-Sokağa çıktığımızda burnumuza üşüşen hava kirliliği
-Yanlış döşendiği için üzerine basıldığında bubi tuzağı gibi fırlayıp her yerinizi çamur yapan kaldırım taşları
- Hız kesmeden ara sokağa dalan ve sizi ikinci kez boydan boya çamurlayan sürücü.
- Metrobüs kuyruğu ve kapı açılınca yaşanan izdiham
- İşe gidildiğinde okutulan karttan çıkan bezgin "bip" sesi.
- İş stresi ve mide ağrıları
- Düzgün havalandırılmayan iş yerleri
- Bilgisayar başında edindiğimiz bel ağrıları
- Trafik
- Trafik
- Trafik
- Uyku(suzluk)
- Hadi baştan.
Şehir imkanlarla dolu, güzel ve canlı gözükebilir ama günlük yaşamımız az çok buna benziyor gibi gözüküyor. Hele ki İstanbul'da yaşıyorsak...
Bu bitmek tükenmeyen teraneye rağmen hayatımızı bu döngüden çıkarıp başka bir yola sapmaya ise korkuyor gibiyiz... Yaşamı tek cadde sayıp ne ara sokaklara dalıyoruz ne de kafamızı kaldırıp etrafımızı seyrediyoruz sanki.
Bu bir cesaret meselesi mi, alışkanlık mı? Para meselesi mi yoksa bir anlık karar yeterli mi?
Kendisini bu döngüden çıkarmayı başaran iki güzide insana sormak istedim. Şehirden kaçıp yollara dökülen, çiftliklerde çalışıp doğanın ve yaşamın tadını çıkaran, şimdilerde ise kendi gözleriyle yetiştirildiğine şahit oldukları doğal tatları is ve duman soluduğumuz şehirdeki kapılarımıza kadar ulaştıran farklı bir çift!
Ilgın ve Serhat Sayıcı'nın hikayesi karşınızda...
Açıkçası onların hikayesini gıpta ile uzaktan da olsa takip ediyordum. Sağolsunlar bu röportaj isteğimi kırmayarak sorularımı yanıtsız bırakmadılar. Açıkçası düşündüğümden de ilginç ve keyifli bir röportaj oldu! Umarım sizler de öyle düşünürsünüz.
Ben sordum; ikisi adına Ilgın cevap verdi!
Bu hikayenin başına bir dönelim... Siz ikiniz nerede tanıştınız ve tanıştığınız sırada nerede yaşıyor ve ne iş yapıyordunuz? Evlenme kararı ne zaman oldu, evlendiğinizde aklınızda "gitme" fikri var mıydı?
Hikayenin başında bambaşka hayatlarımız vardı. Ben İzmir'e yüksek lisans için gitmiş ve İstanbul'a henüz dönmüştüm. Serhat ise Karaköy'de perşembe pazarında çalışıyordu. Ortak noktamız fotoğraf çekmek ve çektiğimiz fotoğrafları internet üzerinden paylaşmaktı. Bir fotoğraf sitesi üzerinden tanıştık. Tanıştık ve bir buçuk ay sonra ben kendimi aileme "ben evleniyorum" şeklinde açıklama yaparken buldum. İki tane hiç evlenmeyecek ve bulduğu üç kuruşu gezmeye tozmaya harcayacak tip birbirimizi bulduk ve bırakmamaya karar verdik : )
Bu hikayenin başına bir dönelim... Siz ikiniz nerede tanıştınız ve tanıştığınız sırada nerede yaşıyor ve ne iş yapıyordunuz? Evlenme kararı ne zaman oldu, evlendiğinizde aklınızda "gitme" fikri var mıydı?
Hikayenin başında bambaşka hayatlarımız vardı. Ben İzmir'e yüksek lisans için gitmiş ve İstanbul'a henüz dönmüştüm. Serhat ise Karaköy'de perşembe pazarında çalışıyordu. Ortak noktamız fotoğraf çekmek ve çektiğimiz fotoğrafları internet üzerinden paylaşmaktı. Bir fotoğraf sitesi üzerinden tanıştık. Tanıştık ve bir buçuk ay sonra ben kendimi aileme "ben evleniyorum" şeklinde açıklama yaparken buldum. İki tane hiç evlenmeyecek ve bulduğu üç kuruşu gezmeye tozmaya harcayacak tip birbirimizi bulduk ve bırakmamaya karar verdik : )
Her şey epeyce hızlı oldu... Bu arada ben tanıştığımızın ertesi günü "benim gitmem lazım,
ben İstanbul'da yaşayamam" demeye başlamıştım bile... On beş yaşımdan beri tuttuğuma "ben gideceğim" diyordum zaten, bir kere daha demek zor olmadı ama beklediğim yanıtı alamadım. Serhat çok net bir şekilde "ben şehirden kopamam" deyiverdi. Aşk mı macera mı diye düşünürken, "sabır" da karar kıldım ve beklemeye karar verdim. Bu arada evlendik barklandık, ben ara ara gidelim diye tutturukluk yapmaya devam ettim.
İşin tuhafı Serhat'tan pek de ışık alamıyordum. Bu arada artık bilişim sektöründe yazılımcılık yapıyor, Kadıköy'den Gebze'ye çalışmaya gidiyordu. Gününün 4 saatini yollarda geçirip, akşamları eve iş getirmeye başladığı bir zaman dilimine girmiştik. Benim sabretmem işe yaradı mı bilmiyorum ama iş hayatının Serhat'a cinnet getirtmesi işe yaradı. Bir gün eve gelip "Gidelim!" deyiverdi...
Peki bu karar verdikten sonra neler oldu? Hemen yola koyulabildiniz mi?
Ben yıllardır adamın "gidelim" demesini beklemiştim ama hiç nereye gideceğimizi ne yapacağımızı kurgulamamıştım. Belki de kurgulamıştım ama hiçbiri öyle tutarlı, akla yatkın şeyler değildi. "Zeytinlik alalım" diyordum mesela, ama zeytin ağacını ayırt edemiyordum. Beş dönüm bademlik buldum diye seviniyorum, bademle cevizi yanyana görünce "oo piti piti" yapıyorum. "On tane de tavuk alırız" diyorum, civciv alsak hepsi horoz çıkar biliyorum.
Bir cesaret gezi zamanı tanıştığım insanlar tarafından davet edildiğim, kutsal ekonomi denemelerinin yapıldığı "armağan uçuşturma çemberi" sayfasında "akıl fikir armağanı" istedim. Derdimi anlatıp, "bana bir yol gösteren yok mu" diye sordum. O gün bizim hayatımızın değiştiği gün oldu. Ne çok gezgin vardı, ne çok şehir kaçkını, göçebe vardı... Kalacak ne çok ev, gezecek ne çok köy, çalışacak ne çok çiftlik vardı...
Armağanın kralını almıştım : ) Eve dönüp, "Tamamdır, gidiyoruz" dediğimi ve Serhat'ın gözlerini kocaman açarak bana baktığını hatırlıyorum.
Gittiğiniz yeri nasıl seçtiniz?
Akıl fikir armağan edenler arasında, Buğday Derneği'nden ve Tatuta (tarım - turizm - takas) çiftliklerinden bahseden birkaç kişi vardı. Buğday Derneği'ne üye çiftliklerde gönüllü çalışmak mümkündü. Kalacak yer, yiyecek yemek gibi dertlerin olmadan, sadece çiftlik işlerine yardım ederek, köy yaşamını deneyimleme fikri kulağa şahane geliyordu. Hemen çiftlikleri incelemeye başladık. Kafamızda belli kriterler vardı. İstanbul'a ilk etapta çok uzak olmak istemiyorduk, bir ayağı şehirde olan ve aynı dili konuşabileceğimiz insanlar olmalarını istiyorduk ve gerçekten üretime dahil olmak istiyorduk. Bayramiç Muratlar Köyü'nde bulunan Yeniköy Çiftliği'ni seçtik.
Gerçekten aradığımız herşeyi bulduğumuz, hala "evimiz" diyebildiğimiz bir başlangıç noktası oldu bizim için. 40 günün sonunda, bizi yeniden yol çağırmaya başlamıştı bile.Bu arada zihnimizdeki tüm kriterler de esnedi. Çanakkale'den Antalyaya kadar köy köy gezerken neredeyse sıfır kurguyla gezdik. Canımız nerede durmak istiyorsa orada durduk, nerede yemek bulduysak yedik, Sıcak bir soba bulunca kıvrılıp uyuduk. Yolun tadını çıkarmayı, balını emmeyi öğrenmiştik : )
Gitmeden önce şehirden ayrılmakla ilgili bir endişe veya korkunuz var mıydı?
Şehirden gitmeden önce öyle heyecanlıydık ki, bir kere metrobüsten kurtulacaktık. Sabah dokuz akşam altı işlerimizi bırakacaktık, ciğerlerimize biraz daha egzoz dumanı çekmeyecektik. Bunlar bizi çok heyecanlandırıyordu. Ama ailelerimize açıklamakla ilgili içimizde tuhaf bir endişe hali de vardı. Hem hayatımızı yaşamak istiyorduk, hem de onaylanmak gibi bir kaygımız vardı. Üstelik onaylanmayacağımıza neredeyse emindik.
Onay alabildiniz mi? (:
Elbette ki onaylanmadık : ) Serhat'ın maddi endişeleri, benimse bu maddi saçmalıklar yüzünden yeniden İstanbul'a dönme endişelerimiz ise hep cepteydi zaten.
GİDİŞ SONRASI
Şehir yaşamından özlediğiniz şeyler oldu mu?
Neredeyse hiçbir şey özlemedik. Arkadaşlarımızı özlediğimiz zamanlar oldu ama işin iyi yanı kimi özlesek onunla minicik de olsa bir tatil yapma fırsatı bulduk. İstanbul'da yaşarken neredeyse hiç görüşemediğimiz, bir türlü zaman ayırıp kahve içemediğimiz dostlarımızla inanılmaz güzel zamanlar yaşadık.
Çünkü gerçekten zamanımız vardı. Yalancıktan bir tatil yapmak için yıllık izin beklememize gerek yoktu. Sevdiklerimize ayak uydurduğumuz anda herşey kendiliğinden şahaneleşiyordu.
Bu gidiş sonrası kişisel olarak sizler, ilişkiniz ve sağlığınız nasıl değişimler gösterdi?
Çok kısa bir süre sonra bunun kilometrelerle ilgili bir yol olmadığını anladık. Asıl yaşadığımız şey içsel yolculuktu.
Sabah kalkıp soba yakmak, kombinin düğmesini çevirmeye benzemiyor. Ama kestiğin ağaca,
kırdığın oduna, sobanın üzerinde ısıttığın kar suyuna şükretmek diye bir şey var. Kabağın süpermarkette yetişmediğini ve çok emek istediğini elinle, gözünle, dilinle anladığın zaman kabağın kabuğuna kıyamamak var.
Bir arının ömrü boyunca bir çay kaşığından daha az bal yaptığını öğrenince, "izleyince terbiye olmak" diye bir şey var, varmış. Her sabah evden çıkarken koca bir çöp poşetini konteynere atıp servise bindiğimiz günlerden çöp çıkarmadığımız ve yediğimiz her şeyde kurdun kuşun hakkının olduğunu algıladığımız bir hayata geçmiş olduk. Hayata bakış açımız tamamen değişti.
Yeniköy, Muratlar Köyü'nün çok dışındaydı. Kırk gün boyunca üç kişi yaşadığımız bir zaman dilimi var mesela... Hem doğayı hem ilişkileri hem de ruhumuzu gözetmemiz gereken bir zaman dilimiydi. Kalpten iletişim kurmayı, kişiselleştirmemeyi ve "gerçekten" gözetmeyi öğrendiğimiz bir süreç oldu.. Biz iki bambaşka insan olarak, kendi arka bahçelerine sahip çıkan, hayallerini gözeten ve birbirini her şeyden evvel insanca seven bireylere dönüştük.
Şehirden getirdiğimiz bir sürü hastalığımız vardı. Koca bir günü masa başında geçirmek yüzünden bitmeyen bel ağrılarımız, bilgisayara bakmaktan sürekli kuruyan gözlerimiz, stresten bir türlü adam olmayan midemiz... Hepsi bizi terketti. Biz de bu arada maddi tıbbı terkettik tabii. İki şehirli olarak arabamıza yığdığımız ve "ya hastalanırsak" endişesiyle oradan oraya taşıdığımız ilaçların kutuları bile açılmadan tarihleri geçti. Yine midemiz ağrıdı ama "aynısafa çayı" demlemeyi biliyorduk, dişimiz sızladığında "karanfil yağı" elimizin altındaydı...
Pişmanlık duyduğunuz anlar oldu mu yoksa bir an için bile bu karardan şikayetçi olmadım mı diyorsunuz?
İlk başlarda tek pişmanlığımız daha erken davranmış olmamaktı ama sonra doğa bize herşeyin tam zamanında olduğunu pek güzel öğretti...
Yeni tanıştığınız insanlarla şehirde tanıştığınız gördüğünüz insanlar arasında ne gibi farklar var? Neler dikkatinizi çekti mesela?
Bizden daha tecrübeli gezginlerden, köylülerden, göçebelerden öğrendiğimiz en önemli şey "akışına bırakmak".
Yoldayken, yol kendi bildiği gibi gidiyor, önemli olan iyi bir eşlikçi mi olacaksın yoksa hikayeyi yönetmeye mi çalışacaksın bu senin kararın. Biz mutluluğu akışına bırakmakta ve kurguyu terketmekte bulduk. Yol arkadaşlarımızın şehirdeki tanışlardan en büyük farkı buydu galiba, "akışta kalabilmek"...
Şehirden gelen sinyaller genellikle daha korku kaygı odaklı oldu bizim için, "yapamazsınız", "dönersiniz", "bizlere göre değil" gibi öğrenilmiş çaresizliklerle dolu bir yığın mesaj.
"Gittiğinizden" beri ekonomik yaşamınızı nasıl sürdürüyorsunuz? Ne kadarlık bir bütçeyle insan kendini döndürebiliyor?
Öyle aman aman bir bütçeyle yola çıkmadık, ayda ortalama 500 lira harcadık, ki bu büyük bir para aslında. Bunun sebebi de köpeğimiz Gustav da yanımızda olduğu için aracımızdan vazgeçmemiş olmamız...
Tütünden, içkiden ve benzinden feragat etmiş olsaydık, üç kuruşa beş köfteyi kesin yerdik : )
tohumdansofraya.com adında bir internet sitesi kurdunuz en son. Bu nedir, azcık anlatsanıza?
Gezip tozduktan sonra, "biz ne yapabiliriz" diye düşünmeye başladık. On ayın sonunda çiftliklerde kalmaktan biraz yorulmuştuk. Bu çalışmakla ilgili değil, özel alan ihtiyacıyla ilgiliydi.
Kolektif yaşam bir çift için çok besleyici olduğu gibi salondaki koltukta uzanıp öpüş koklaş uyuma arzusu da pek yabana atılacak gibi değildi. Kendimize ait bir şey istiyorduk, biraz başbaşa kalmak, kendi koltuğumuza oturmak gibi... Bir yandan da yapacağımız şeyin hepimizin hayrına olması gibi bir idealimiz vardı. Pek çok çiftlikte kalmıştık, köylülerle çalışmıştık. Kime satacağını bilmediği için üretmeyen köylünün boş duran arazilerine bakıp içlenmiştik. Organik sertifikasına bütçesi olmayan, ama toprağına zerre ilaç atmadığı ürünleri yok pahasına pazarda satmak zorunda kalan köylüyle dertlenmiştik. Şehirde gördüğümüz ve nasıl inanacağımızı şaşırdığımız organik dükkanları ateş pahasıydı.
Üstelik bu dükkanların büyük bir kısmı kime hizmet ettiği belli olmayan bir sistemin parçalarıydı bize göre. Düşünüp taşındık ve üreticiyle tüketiciyi birleştiren yakınlaştıran bir proje geliştirmeye karar verdik. Gezdiğimiz çalıştığımız yerlerin ürünlerinden bir liste yaptık, bu listeyi bu ürünlerle tanışmak isteyenlerle paylaşıyoruz. (eğer siz de ürün listesine bir göz atmak isterseniz info@tohumdansofraya.com adresine bir mail atmanız yeterli)
Amacımız herkesin temiz gıdaya ortalama bir bütçeyle ulaşmasını sağlayarak, hem yerel üreticiyi ve yerel tohum kullanımını desteklemek, hem de tüketiciyle üretici arasında organik bağlar kurulmasını sağlamak. Tüketiciye üreticinin hikayesini anlatarak, gıdanın bir emek meselesi olduğunu göstermek, üreticiye yaptığı işin kıymetli olduğunu ve o toprakları bırakmaması gerektiğini hissettirmek.. Biz bu hikayedeki aracı değil daha az karbon salan kargocuyuz : ) Tüm iyi niyetlerimizle, temiz gıdanın hala yetiştirilebilir olduğuna ve herkesin bu gıdaya ulaşmaya hakkı olduğuna inanıyoruz.
Son olarak şehri bırakıp yola çıkmayı düşünenlere ne söylemek istersiniz?
Yola çıkmak isteyen, kendine yeni bir yol çizmek isteyen herkese kapımız açık... Biz akıl fikir desteğiyle yola çıktık, deneyimlerimizi paylaşmak bizim için büyük keyif olur!
türkiyenin gezilecek en gözde turim bölgesi sizce neresidir ben uzungöl diye düşünüyorum
YanıtlaSilBana kalırsa Likya Yolu'nun çevrelediği Teke Yarımadası
YanıtlaSilmerhaba, muzdarip olduğum bir konu, rica etsem "armağan uçuşturma çemberi" sayfasında "akıl fikir armağanı linkini yazabilir misiniz bana.
YanıtlaSilTebrikler...hayalimi yasiyorsunuz😇Bu aralar bizde ayni akil fikire ihtiyac duyuyoruz.peki ya birbucuk yasindaki bebekle bu degisim nasil olur... bir de su uygun arazi bulma meselesi...nerden nasil bulunur...
YanıtlaSilBu yorum yazar tarafından silindi.
YanıtlaSil