21 Temmuz 2014 Pazartesi

Yeni Başlayanlar İçin Likya Yolu - BÖLÜM 3 - ANDRIAKE / KALEKÖY

2.bölüm için tıklayınız.

----




Hava kararırken geldiğimiz Çayağzı'ndaki Andriake Kamping; denizin hemen yanı başında sayılır. Arada yol, nehir ve sazlık/kum karışımı bir alan var. Gerisi deniz.

Ağaçların altına kampı attıktan sonra bir masaya kurulup yemeğe yumuluyoruz. Kampta çorba, sebze, salata, ve pilav / makarna tarzı bir yemek her akşam mevcut. Buna ek olarak köfte tavuk gibi ek ızgaralar el arabasından devşirilen mangalda yapılıyor. Tabii yanında mangala atılmış soğanı, biberiyle birlikte...

Özellikle salatasına bayıldık. Biz şehirde saman gibi domatese bibere salatalığa alıştığımızdan güneye indiğimizde tazelikten başımız dönüyor. En kral ana yemekten daha çok mutlu ediyor böylesine güzel salatalar...

Biraları da açıp vuruyoruz kendimizi sohbete.

Biraz uzakta bir ışık görüyorum; kafa fenerimi takıp o bölgeye doğru ilerliyorum. Balıkçılar bir baraka yapmış; hem restoran olarak işletiyorlar hem de kendileri demleniyorlar. Ortaya da ateşi yakmışlar... Fiyatların akıl almayacak derecede ucuz olduğunu söyleyebilirim. Sabahları turlamak adına Kekova'ya tekne kalkıyormuş.

Çayın üzerindeki köprüyü geçerek biraz sahile yürüyüp daha sonra tekrar kampa dönüyorum. Bizim dışımızda kalabalık bir Rus ekibi var. Çoluk çocuk gelmişler. Çocuklar pek gürültülü ve kendi aralarında kavga ediyorlar; kampın güzel sessizliğini bozuyorlar ama olsun.

Sabah erken kalkma konusundaki ısrarlarım sonuç vermiyor. 8 gibi kalkıp kahvaltı edip kamp toplayıp 9 gibi çıkalıma dönüyor iş. Anlaşıp çadırlara yöneliyoruz. Gece yarısı gibi başlayan uykum deliksiz olarak sabah 6 buçuk gibi sonlanıyor. Meğer başta ben olmak üzere neredeyse tüm çadırlardan yüksek horlama sesi yaymışız etrafa. Kimi Rus çadırları da bize katılmış. (: Bu durumun baş mağduru Sercan ve gece benim gibi kumsala dolaşmaya gidip yolunu horlama seslerini takip ederek bulan Emre'den öğrendik bu bilgileri (:


Bu arada tek kişilik kolay kurulum Quechua çadırımdan çok memnun olduğumu söylemeliyim. 2,5 kg'luk ağırlığı aslında yürüyüş için fazla bir ağırlık. Ama tüm yorgunluğun üzerine 30 saniyede kurulup yaklaşık 1 dakikada toplanabilmesi müthiş bir mutluluk.

Sabah kalkıp ortak duş ve tuvalet alanına yöneliyorum. Kamp çalışanları temiz tutmaya çalışıyorlar ama çok da yapabilecek bir şey yok. Kumsaldan gelenler duş aldığında ortak alan mecbur çamurlanıyor.

10 dakikada 1 de temizlenecek hali de yok (:

Biraz oylandıktan sonra 8 gibi herkes kalkıyor. Kahvaltı faslımız yine sohbet ve muhabbetten uzuyor. Bunda tabii semaverdeki çayımızın etkisi de büyük.

Kahvaltı, çadırların toplanması, su alımı - ki bu konuya gene değineceğim - hesap kapama vb. derken yola çıkışımız gene 10'u buluyor aşağı yukarı. Yine öğle güneşini yiyeceğiz demek ki.

Bu arada kampta 1 gece konaklama, zengin sabah kahvaltısı, akşam yemeği, ızgaralar, su ikmali,  pek çok bira için kişi başı 60 tl ödüyoruz.



Su problemimizin bizi beklediği bir parkur. Ben toplam 2,5 litrelik mataramı doldurmuş vaziyetteyim ancak  5 kişi toplamda 4,5 litre suyla yola çıkmış olduğumuzu öğreniyorum parkura başladıktan sonra. Bu yola geç çıkmaktan sonra yaptığımız ikinci hata ama son hata değil (:

Suyu çok idareli kullanmak zorundayız.


                                                İsviçre ordu çakısı görünümüyle Şahin

Kumda bir müddet yürüdükten sonra yolun en çok bilinen noktalarından birine tahta köprüye varıyoruz. Müthiş bir çay var köprünün altında; hem tarihi kalıntılar hem yeşil / mavi tonlarıyla içimiz gidiyor. Zaten köprünün verdiği hava da harika.





Köprüyü geçtikten sonra sağa doğru Myra'ya giden yola değil; sola Kekova'ya doğru giden yola sapıyoruz.




Örümcek ağları ve dar patikanın altında bir süre yürüdükten sonra yolda rastladığımız bir amcanın deyimiyle ""Çağulllu" bizim bildiğimiz adıyla Çakıl Plajı'na varıyoruz. Saat 12'ye yaklaşmış vaziyette. Burada mola verip kendimizi buz gibi suya atıyoruz. 2 metrede hemen derinleşiyor. 15 dakikalık bir deniz molası sanki 2 saat dinlenmişiz gibi etki veriyor.



Biraz da sahilde oturduktan sonra yola devam ediyoruz. Hemen Çakıl'ın çıkışında üçüncü ve en kritik hatamızı yapıyoruz.

Çakıl'ı çıktıktan sonra vardığımız mini düzlükte iki adet patika var. Biri sağda biri solda (deniz tarafında) işaret aranıyoruz ama bulamıyoruz. Daha patikaya benzeyen soldaki patikaya sapıyoruz. Hatta gri taşların üzerindeki bazı beyaz lekeleri de işarete yoruyoruz. Ancak kısa bir süre sonra farkediyoruz ki yanlış yoldayız.

Aslında patika devam ediyor ama oldukça zorlu bir hal alıyor. Kayalardan seke seke hatta çoğu zaman tırmana tırmana ilerliyoruz. Olay yürüyüşten çıkıp tırmanışa dönüyor neredeyse. Yola paralel yürüdüğümüz için geri dönmek ve tüm bu kayaları aşmak da istemiyoruz. Bir kayanın üzerinde ufacık bir ağacın altındaki gölgenin altında durum değerlendirmesi yapıyoruz. Bu arada bu aşırı eforlu yürüyüş sırasında suları da yumulmak durumunda kalmışız.

Sercan'ı paraleldeki patikayı bulması için yukarı tırmanmaya yolluyoruz. Yaklaşık 40 - 50 metre tırmandıktan sonra işaretleri buluyoruz. Hep beraber yukarı çıkıyoruz.

Örümcek ağlarıyla dolu, kaya tırmanışlı, oldukça zorlu bir 90 dakikayı bu parkur dışı patikada kaybediyoruz. Kaldı ki Altuğ ile Mehmet'in de Çakıl çıkışı işaret problemi yaşadığını görüyoruz tekrar blogu okuduğumuzda.

Bu hatamızdan neyi öğreniyoruz?

1) Ne olursa olsun yola erken çıkmaya gayret gösterin. Parkura göre sıcağın tepenizde olduğunu anı ayarlamaya çalışın.

2) Su tedariğiniz düzgün olsun. Kişi başı 1,5 - 2 litre olmadan su açıdan sorunlu parkurlara çıkmayın.

3) İşareti bulamayıp bir patikaya girdiğinizde belli bir süre işareti göremezseniz daha fazla ilerlemek yerine geriye dönün ve işareti bulun. Nerede olduğunuzu bilmeniz önemli değil; kaybolmanız zaten çok zor; ama yola zorlu bir patikadan hatta patika olmayan bir patikadan devam etmek güç ve erzak açısından sizleri zorlayacak.

Normal Likya Yolu'na döndüğümüzde asfalta inmiş gibi oluyoruz. Arada bir iki nefes molası verip tempolu bir şekilde 1 saat kadar daha yürüyoruz ancak sular bitmiş vaziyette, çok vakit kaybettik ve biz parkurun daha yarısına bile gelmedik. Havanın da yağmur toplamaya başlamasıyla moraller düşmeye başlıyor. Aslında yağmur yağsa iyi; hiç olmazsa yağmur suyundan içme suyu elde etme şansımız var.

Ben klasik en geriden gelmeye devam ediyorum. Derken bir düzlüğe çıkıyorum ve bizimkilerin yüzündeki sırıtışla karşılaşıyorum uzaklarda.

Bizim verdiğimiz lakapla "Peygamber Musa Amca"; serasının su tankerini açmış bizimkiler de şişeleri ağızları dayamışlar kana kana su içiyorlar. "Bu kocuman kim böyle?" diye bana sesleniyor.



Orada içtiğim su kadar güzel suyu Şile'de Uzunkum Plajı'nda kuma gelen buz gibi dağ suyunda içmişimdir. Susuzlukta buz gibi su o kadar güzel ki... Musa Dayı bizi boş yolcu etmiyor hemen çay demleyip hatta çay içmeyenlere Nescafe ikram edip öyle koyuyor bizi yola. Geniş düzlükte yolların karışacağını da bilerek nereden gideceğimiz konusunda uyarıyor bizi.

Bu arada Çakıl çıkışı yanlışlıkla saptığımız patika çobanların bazen keçileri saldığı zorlu bir dağ patikasıymış. "Siz nası çıngdınız oraya" diye bize de hayret ediyor.

Ne kadar dua, dilek, istek ve temennimiz varsa Musa Dayı ve ailesine hediye ediyoruz. Yokluğun ortasındaki serayla parkuru bizim için yeniden başlatıyor adeta.

Buranın çoğu köylüsü gibi o da talandan, imarlaşmadan, yapılaşmadan şikayetçi. "Herkes kendine kendi yandaşına çalışıyor" diyor Musa Amca. "Asıl köylüyü düşünen yok."

Musa Dayı'nın direktiflerine rağmen gene yolu karıştırıyoruz (: Ancak artık daha tecrübeliyiz. Geniş araziye 5 kişi 50 şer metreilk aralıklarla dağılıp, sadece bir kişinin bir kişiyi görebileceği şekilde tarıyoruz. 15 dakikalık bir arama sonucu yolu bulup yeniden vuruyoruz kendimizi. Kapaklı'nın altından geçip uzun süre tempolu devam ediyoruz.

                                                  Emre işaretle buluşmuş olmaktan mutlu
                                                   
Istlada Antik Kenti'nin de henüz bakir bırakılmış kalıntılarından ve bilmediğimiz ve şu an üstü toprakla örtülü kalıntılarının üzerinden oldukça tempolu bir yürüyüş tutturuyoruz. Hatta Seçkin'le yürürken sohbet ediyoruz. "Buraya sadece ahşap bir han kursak; gelen geçen burada konaklasa, soluklansa, yoluna devam etse..."

Musa amca sonrası yaklaşık 2 saat kadar sonra oturmalı bir mola verip parkurun hesaplamalarımıza göre son 2 buçuk 3 saatlik kısmına doğru yola çıkmaya başlıyorduk ki... Henüz 5 dakika bile yürümeden çok uzaklardan bir sürü ve havlama sesi gelmeye başlıyor. Biz bir şey olmamış gibi devam ediyoruz yürümeye ama havlama sesi git gide yaklaşıyor. Sonunda tam yürüyeceğimiz dar patikanın başına kangal kırması çoban köpeği tüm iriliğiyle endam-ı arz ediyor.

Doğanın tam ortasındayız ve karşımızda bize hırlayıp, dişlerini gösterip adım adım yaklaşan bir kangal var. Çoban da ortada yok.

İlk korkuyla önce bir sağa sola siper alıyoruz ama sonra tatlı dille sevecen tavırla yanına yaklaşmaya çalışıyoruz; daha da sinirleniyor. Tatlı dili bırakıp tehditkar olalım diyip üzerine yürüyüyoruz kaçırmaya çalışıyoruz geri 1 adım atıp daha çok sinirlenip daha da üzerimize geliyor. Havlasa gene iyi bu arada sürekli hırlıyor.

Çobana bağırışlarımız da sonuç vermeyince karşılıklı duruyoruz öyle yarım saat.

Neden sonra 8-9 yaşındaki minik çoban şaşkınlıkla ortaya çıkıyor. Dağın başında 5 tane adam karşılarında da onlara hırlayan çoban köpeği...

Çocuk köpeği boynundan tutarak geçmemize izin veriyor. Ama biz kaybettiğimiz zamanla kalakalıyoruz.

Havanın da kararmaya başlamasıyla Boathouse'tan acaba bizi ataca bir tekne bulur muyuz diye düşünüyoruz. Yürüyüş tempomuzu arttırıp bir an evvel Boathouse'a varmaya çalışıyoruz.

                                        burası yıkık ev - Boathouse sandığımız yer değil (:

Yeni yapılmış bir binanın zeminini buluyoruz deniz kenarında; acaba burası Boathouse da yıkıldı mı yahu diye şüphe ediyoruz kendimizden. (sonradan blogda buradan "iskele" diye söz edildiğini okuduk) Biraz daha yürüyoruz ama Boathouse yok. Ben Boathouse'a henüz gelmediğimizi düşünüyorum ama etrafta da bunu destekleyecek bir kanıt bulamıyorum. Kamp atıp buralarda geceleyebiliriz ama Kaleköy'e de çok yakın mesafedeyiz. Akşam konaklayacağımız Mehtap Pansiyon'dan Saffet'le konuşuyoruz. Saffet'e Gökkaya koyunun altında bir yerde olduğumuzu söyleyince bizi almak için geliyor.

                                                            cennet gibi yerde bekliyoruz (:

Emre ile Sercan gün batmadan yüksüz bir şekilde Kaleköy'e ulaşacakları düşüncesinde ve isteğindeler. Bize eşyaları bırakıp yüksüz devam ediyorlar. Yaklaşık bir 20 dakika sonra Saffet bizi motoruyla alıyor.

"E siz gelmişsiniz zaten yolun zor kısmı bitmiş; önünüzde bir ova var koşarak bile geçerdiniz orayı" diyor (:

Bu arada aslında Boathouse'un bulunduğu koyun girişinde bekliyormuşuz.

Kısa bir yolculuk sonrası Caretta Carettalar eşliğinde Mehtap Pansiyon'un teleferikli iskelesine yanaşıyoruz.

Havanın kararmasına bir 5-10 dakika kala da Emre ile Sercan pansiyona varıyor. Onlar bir ekstra köpek tecrübesi ve Altuğ ve Mehmet'in blogda da bahsettiği geniş düzlükteki sarnıç karıştırmasını yaparak geliyorlar yanımızda.




Mehtap'taki turistler bizleri ilgiyle izliyor; yol hakkında sorular soruyor. Köpek olayı ve yanlış patika başta olmak üzere maceralarımızı dinliyorlar (:

İlk defa geldiğim Kaleköy'ün bozulmamış yapısı; yalnızca denizden ulaşılabilir olması ve müthiş manzarası beni büyülüyor doğrusu.

                                                       bi başka günde Kaleköy sabahı

Susuzluğu, zorlu yan patikası, köpeği ve motor yolculuğuyla çok keyifli bir macerayla dolu gün de burada bitiyor.

Bizim için 2 günlük bu acemi Likya Yolculuğu serüveni de bitiyor.

Geri kalan 2 günümüzü Kaleköy'de dinlenmeye ve Üçağız'a yürüyüp dönmekle geçiriyoruz.

4. Bölüm İçin Tıklayınız









17 Temmuz 2014 Perşembe

Yeni Başlayanlar İçin Likya Yolu - BÖLÜM 2 - KARAÖZ / GELİDONYA / KARAÖZ / DEMRE




"Yeni Başlayanlar İçin Likya Yolu Bölüm 1- Hazırlık" için tıklayınız


Sabah İstanbul'dan Antalya uçağına binmek üzerine yola çıktık.

Planımız Antalya havalimanından ayarladığımız transferle Karaöz'e geçmek; Karaöz'den transit olarak 3 saat civarında Gelidonya Feneri'ne çıkmak; fenerde 1 saat kadar dinlenip keyfini çıkardıktan sonra yeniden Karaöz'e inip ya Mavikent - Kumluca üzerinden Demre Andriake Kamp'a geçmek ya da Karaöz'de konaklayıp sabah minibüsüyle aynı güzergahı kullanarak kampa varmak.

Toplamda 16 km kadar süren bu gidiş - dönüş parkuru; tüm Likya yolunun en kolay parkurlarından biri olarak gösteriliyor. Her ne kadar 0'dan 200 metre seviyelerine çıkacak da olsak yolun ilk 6 km'si araba hemen hemen araba - traktör yolu. son 2 km ise dik bir çıkış yapacağız.

Aslında parkur Karaöz - Adrasan parkuru... Gelidonya'dan sonra Adrasan'a kadar zorlu bir parkur olarak gösterildiğinden genelde fenere çıkıp kampa atmak suretiyle geceyi orada geçirmek; sabah Adrasan'a devam etmek suretiyle gerçekleştiriliyor. Fenerdeki suyun pek temiz olmaması sebebiyle ve Adrasan'a kadar neredeyse su olmamasıyla tedarikli çıkılması gereken bir parkur.



Biz ilk defa çıkacağımızdan parkurun en kolay kısmını gidiş dönüş olarak değerlendiriyoruz.

Altuğ ve Mehmet bloglarında son derece kolay olarak bahsetmişler parkurdan ama onların gidiş yönüyle bizimkisi aynı değil; dolayısıyla Altuğ ve Mehmet'in koşaradım indiği o 2 km'lik dik kısmı biz inmek yerine çıkıyor olacağız. Bunun ne kadar yorucu olabileceğinden habersiz havalimanından transfer aracımıza binerek yaklaşık 1 buçuk saatte Karaöz'e vardık.

KARAÖZ

Mavikent'ten Karaöz'e giderken yörede "deniz obaları" olarak adlandırılan, kumun üzerine yapılan ahşap evlerin çok dikkatimizi çektiğini belirtmek isterim. Amerikan filmlerindeki evler gibi kazıkların üzerine inşa edilmişler.Çok değişik bir görünüm sağlıyorlardı.

Yine Mavikent'ten Karaöz'e uzanan o kıvrımlı yolun kenarında "Papaz Koyu" gibi çok güzel bir koy mevcut. Denizin yanında ağaçlar altında piknik alanlarının bulunduğu bu koyda kamp atıldığını da belirtelim.

Karaöz gerçekten çok çok ufak ama sevimli bir köy. Sahili açısından aslında biraz şansız. Çok güzel bir koy olmasına rağmen deniz kıyısında kayalar mevcut; bu da denizin ilk metrelerinin pek çekici olmamasını sağlıyor. Papaz ve Korsan Koyu gibi iki müthiş güzelliğe ev sahipliği yaptığı düşünülürse köyün kurulduğu sahilin bu durumu oldukça talihsiz.

Sahilde şoförümüzle vedalaştıktan sonra yükleri sırtımıza vurup başlıyoruz yürümeye.



İnsanı inanılmaz keyiflendiren bir aktivite olduğu daha ilk dakikalarda ortaya çıkıyor. Zindelik ve doğayla bütünleşme bedeni sarıp sarmalayıp tarifsiz bir mutluluk ortaya koyuyor. Şehrin gri binalarındansa gerçekten ait olduğunuz yerde bulunduğunuzu hissediyorsunuz.



Yola başlar başlamaz 4 kişilik bir orta yaş üstü grubun da yürüyüşü dikkatimizi çekiyor. Daha sonra yolda da sık sık yan yana yürüyeceğimiz bu ekip de yıllarca beraber yürümüş; yaşına aldanılmaması gereken son derece zinde bir ekip. Genç yaşta böyle bir aktivitede olduğumuz için bizi tebrik ettiler.

Peşpeşe hayrat ve çeşmelerden sonra Korsan Koyu'na varıyoruz. Müthiş bir koy. 7-8 genç mangal yapıp şarkı söylüyordu biz vardığımızda. Dönüşte burada denize girmek üzerine karar alıp yola devam ediyoruz.





Toplamda 1 - 1 buçuk saat yol yürüdükten sonra rampa çıkmaya başlıyorsunuz. Özellikle ikinci rampa oldukça güneş altında. Uçaktı - transferdi derken yürüyüşe 10:30 gibi geç bir saatte başladığımızdan saat 12:00 güneşini tepemizden yiyoruz. İkinci rampada güneşle mücadele ederken "bu gerçekten en kolay parkur mu" diye düşünüyor insan. Ama en ufak bir sızlanma bile yok ekipte.



Gelidonya Feneri

Toprak araba yolunu takip ettikten sonra ve toplamda 2 saat gibi bir yürüyüşün ardından son 2 km'lik patikayı yürümek adına soldaki tabeladan içeri giriyorsunuz. Bu patikanın son 500 metresinin ciddi olarak dik bir çıkış sağladığı bizden sonra fenere çıkan ve dili dışarıda ekiplerin durumuyla daha da pekişiyor. Benim iki günlük yürüyüşümüz boyunca en çok zorlandığım kesit burası oldu. Hem ilk gün hamlığı; hem uçak vs. yorgunluğu / uykusuzluğu, hem de dik tırmanış birleşince sık molalarla en son tepeye çıkan ben oluyorum ekipten.





Çıktığınız an ise her şey sona eriyor. Geçekten Türkiye'nin en güzel manzaralarından ve ortamlarından biri...

Fenerin Karaöz tarafındaki alanında gölgeye atıyoruz kendimizi. Saat 2-2 buçuk civarı. Çantalardan bal; kruvasan, yemiş benzeri yiyeceklerimizi çıkarıp tüketiyoruz. Ciddi bir rüzgar estiğinden üstümüze başımıza dikkat ediyoruz.

Yemek sonrası fenerin Adrasan tarafına geçtiğimizde ise yaprak kıpırdamadığını farkediyoruz. Oradaki çimenlik alanda iyice yayılıyoruz. Bizim haricimizde iki yabancı ve yolda karşılaştığımız dört büyük usta var.

Bizden biraz sonra da Gaziantep'ten gelen 3 başka yürüyüşçü kamp atmak için varıyorlar. Ertesi sabah Adarasan'a devam edeceklermiş. Üçağızdan parkur parkur ulaşmışlar fenere. Son dik tırmanışın bizim ertesi gün çıkacağımız daha zorlu rotanın en dik çıkışı olan Kapaklı çıkışından bile daha zorlayıcı olduğunu söylüyorlar.

Bir saat kadar bu müthiş manzarayla mest olduktan sonra daha fazla oyalanmamak adına yola tekrar koyuluyoruz.

Dönüşte Altuğ ve Mehmet'in jet gibi indiği 2km'lik yolu biz de jet gibi inerek aşağı yukarı 40 dakikada yeniden toprak yola çıkıyoruz. Güneşin altında bir süre gittikten sonra grubun en yüklüsü olarak ipleri de yamulan kamp çantamı ekibin en genci ve cengaveri Sercan'a teslim edip sadece çadır taşıayarak yola devam ediyorum. İlk defa ekibin en arkasında değil en önünde gitmeye başlıyorum. Buradan da anladığımız gibi yük dağılımı ve sırtınıza aldığınız yük en kilit noktalardan biri yürüyüşün. Eğer günler sürecek bir yürüyüşe çıkmayacaksanız en mantıklısı sırt çantası boyutunda hazırlanıp toplamda 6-7 kiloluk bir yükle çıkmak. Yürüyüş esnasında doğanın ortasında önde tek başıma ilerlerken bir telefon sesi gelmeye başlıyor. Etrafa bakıyorum kimse yok; benim telefon zaten böyle çalmıyor... Çantanın sağını solunu kurcalıyorum ama bulamıyorum sesin geldiği yeri. Boğuk da bir ses... Kafayı mı yedim acaba diye düşüne düşüne yola devam ediyorum.



Korsan koyuna vardığımda öğlen çıkışın aksine büyük bir kalabalıkla karşılaşıyorum. Çadırlar, kamyonlar, denize girenler, kağıt oynayanlar, çay demleyenler... Bu kalabalıkta denize girmek gelişte olduğu kadar sarmıyor açıkçası. Denize nazır bir kayalığa sırtımı dayayıp ekibin varmasını bekliyorum. İlk varan Seçkin oluyor. Şahin'in telefonunu bulamadıklarını haberim olup olmadığını soruyor. Detaylı bir incelemeden sonra fermuarı bozuk diye kullanmadığım alt gözde Şahin'in telefonunu buluyoruz. Telefonun bulunduğunu haber verip ekibin gelmesini bekliyoruz. Meğer kendi çantası sanıp benim çantaya atmış telefonu.

Bu bekleme ve molalar dolayısıyla Demre'ye akşam yetişememe endişemiz başgösteriyor. Korsan Koyu'nda bir kamyona otostop çekip bizi atmasını rica ediyoruz; jandarma kontrolü olabileceğini öne sürüp bizi Karaöz'e dek bırakıyor. Bozuk yolda hop zıplayıp hop kalkıp geçirdiğimiz yolculuk oldukça keyifliydi.



Karaöz'e indiğimizde ertesi sabahki minibüsü beklememek adına bir araç bulmaya çalışıyoruz. Bu esnada Şahin'in telefonunu vermek için elimi çantaya attığımda telefonun yerinde olmadığını farkediyorum. Telefon da çalıyor ama açan yok. Korsan Koyu'nda kamyona binerken düşürdüğümüzü tahmin ederek bizi Mavikent'e Demre arabalarının geçiş güzergahına bırakacak dayıyla beraber önce Korsan Koyu ziyareti yapılıyor. Telefon denizin kenarına atılmış masada demlenen amcalar tarafından güvenceye alınmış. Teslim ediliyor.

Oradan araçla yolculuğumuzu tamamlayıp Demre otobüsüne biniyoruz.

Demre otogarda iniyoruz ama taksi yok maalesef. Bir şekilde esnaftan taksi buluyoruz. Taksi bizi iki seferde Andriake Kampinge atıyor. Güneş kararırken çadırları kurup yemeğe yumuluyoruz (:





"Yeni Başlayanlar İçin Likya Yolu Bölüm 1- Hazırlık" için tıklayınız

3. Bölüme Devam Etmek İçin Tıklayınız