21 Ocak 2015 Çarşamba

EDINBURGH - İSKOÇYA / ŞUBAT 2014

Daha önce notlarını paylaştığım Londra seyahatimin bir kısmında Bengi ile İskoçya'da Edinburgh'da doktora yapan arkadaşımız Neşe'yi ziyaret ettik. Edinburgh günleri ayrı bir blog postunu fazlasıyla hak ettiği için orada Edinburgh'un güzelliklerine pek değinmemiştim. Vakti geldi de geçiyor!




ULAŞIM

Edinburgh'a Easyjet'le yaklaşık 1 saat 15 dakikada uçup bu güzel şehirden National Express otobüsleri ile 9-10 saatte döndük. Gerek Easyjet uçuşunun gerekse otobüs yolculuğunun oldukça rahat olduğunu söyleyebilirim. Otobüs içi konfor bizde çok daha ileride olsa da otogarların ve yolların durumu doğal olarak adada bizden fersah fersah önde.


                                                            Edinburgh Otogarı 

Türkiye'den gidecekler özellikle THY'nin Edinburgh'a direkt uçuşlarını tercih ediyorlar doğal olarak.


BU EDINBURGH NASIL SÖYLENİYOR KUZUM?

Neşe'den duymadan önce ben de burayı düpediz "Edinburg" olarak telaffuz ediyordum. Oysa İngilizler de ve pek tabii ki İskoçlar da buradan çok farklı bir adla bahsediyorlar.


Videodaki arkadaş biraz abartıyor sayılır ikinci versiyonu ama "Eedinbra" ya da "Eidinbrra" gibi bir söylenişi var hakikaten de.


İSKOÇ İNGİLİZCESİ ANLAŞILABİLİYOR MU?

Korkmayın çoğunlukla anlıyorsunuz. Ama bazen hızlanıp gaza geldiklerinde ipin ucunu kaçırmanız mümkün... Böyle bir durumda sakin olun ve heyecanlarının geçmesini bekleyin.


Durum bu kadar fena hal almıyor çoğu zaman; hele yabancı olduğunuzu farkettiklerinde... ama biraz farklı konuştukları kesin. (:

EDINBURGH'DA NEREDE KALINIR?

Biz uzun bir sehayatin ortasında olduğumuzdan bütçemizi fazla sarsmamak adına Easy Hotel'de kaldık.

http://www.easyhoteledinburgh.com/

Edinburgh kalesini karşıdan gören, yeni şehrin ana caddesi sayılabilecek Princes Street'in üzerinde... Odamızı penceresiz seçtiğimiz için bu manzaradan mahrum kaldık ama şubatta Edinburgh oldukça soğuk oluyor ve yaptığımız araştırmalarda Easy Hotel'in penceresiz odalarının çok daha iyi ısındığını öğrendiğimizden akıllıca bir hareket yaptığımızı söyleyebilirim.

Odalar da penceresizliğe rağmen çok da basmadı bizi. Zaten sabah erken çıktık; akşam geç döndük.

Princes Street çevresi haricinde şehrin en turistik bölgelerinden Royal Mile'da veya Cowgate tarafında da konaklamak mümkün.


                                                               Cowgate

North Bridge ile Princes Street'in kesiştiği Balmoral Hotel ise gerek mimarisi gerek konumuyla insanı bulunduğu yere çivileyen cinsten bir yer...



Biz oradayken bir düğün vardı; o soğuk havada böylesine hararetli bir giyim tarzı tercih eden gelinle damatı ise kutluyorum.




EDINBURGH'DA NERELER GEZİLİR?

Şehirle ilgili beklentim gitmeden önce yüksekti ama beklediğimden bile fazlasını buldum diyebilirim.

Bir kere her adımınızda şehrin kendine özgü mimarisini ve atmosferini soluyorsunuz.



Farklı bir zamanda yaşıyor gibisiniz sanki. Sokaklar, evler, binalar, her şey müthiş korunmuş. Sokaklarda avare gezmek her zaman tercihimiz olsa da bir kaç yeri anmadan olmaz.


1) Calton Hill




Burası Edinburgh'un muhteşem manzarasını doya doya izleyebileceğiniz (eğer rüzgar iliklerinize kadar işlemediyse) bir tepe. Üzerinde ise çeşitli eserler ve anıtlar bulunuyor. Kuşkusuz bunlardan en tuhafı "National Monument of Scotland" (İskoçya Milli Anıtı gibi çevirebiliriz)

                                                  (wikipedia'dan aldım bunu)

Napolyon Savaşları sırasında ölen İskoçlar için Atina'daki Parthenon temel alınarak 1826'da inşa edilmeye başlanan anıtımızın yapımı 1829 yılında ödenek yetersizliğinden yarım kalır. Halen o yarım haliyle tepede gelene geçene selam veren bu anıtın adı, mevcut durumu sebebiyle "National Disgrace" (Milli Rezillik diyelim) olarak anılıyor daha çok (:

Yine Calton Hill'de, 1805 yılında kazanılan Trafalgar Savaşı'nın kahramanı Amiral Nelson adına 1815'te yapımı tamamlanan Nelson Monument (Nelson Anıtı) göz alıcı bir şekilde tepedeki yerini herhangi bir rezilliğe yer bırakmadan muhafaza ediyor.


2) Royal Mile ve Old Town

Burası Eski Edinburgh'un kalbi diyebileceğimiz bir alan... Neredeyse bir İskoç mili uzunluğundaki (1,81 km'ye denk geliyor aşağı yukarı) bu alan; şehrin iki önemli noktası Edinburgh Castle ile Holyrood Palace'ı birbirine bağlıyor öncelikle... Yine içinde bulundurduğu High Street, Canongate, Castle Hill gibi sokaklarla şehrin en turistik ve özel yerlerini sunuyor ortaya.



Royal Mile ve çevresinde İskoç yünü ve kaşmirden satılan eşyaları satın alabilir, viski dükkanlarını ziyaret edebilir, geceleri ise "Close" denilen dar yollardan (The Real Mary King's Close pek ünlü) ve yer altı geçitlerinde sizleri dolaştıran "korku turlarına" katılabilirsiniz. Edinburgh genelde puslu havası ve enteresan atmosferiyle "korku turizmi"nin de revaçta olduğu bir yer.

Royal Mile'de görmeden geçemeyeceğiniz St. Giles Katedrali kendine has mimarisiyle ve içindeki ufak şapeliyle hakikaten "adamlar yapmış" dedirten bir eser.



İçindeki hediyelik eşya dükkanında rahibeler ucuza çeşitli şeyler satıyorlar. "Halelujah bacım" diyerek oradan bir şeyler alabilirsiniz. Bir de tabii soyadı "McLaren" falan olan Amerikalılara yönelik soyağacı, aile arması gibi turistik hedeler var. Bizim soyad uymadığından kendimize bir arma, flama falan bulamadık tabii... Bol pub falan da bulmak mümkün yine buralarda.

The Scotch Whisky Experience yine kaleye doğru sıklıkla tercih edilen atraksiyonlardan... Mutlaka buna katılın, deneyin diyemem benim gördüğüm kadarıyla Amsterdam'daki "Heineken Experience"'ı yaşamış insanlar için sönük gelecektir ama İskoç viskisi candır burada olmasa da götürün (neyse o konuya sonra geleceğim)



3) Edinburgh Kalesi




Kaleyi anlatmadan önce kalenin üstüne oturduğu yapıyı anlatmak lazım. "Castle Rock" denen ve demir çağından beri insanların üzerinde bulunduğu bilinen bir volkanik kaya üzerinde duruyor bugünkü kale. Bu sebepten kale yapılmadan önce de bu volkanik kayalığın bir savunma hattı veya barınak olarak kullanıldığına dair kimi kayıtlar mevcut.

Kayanın üzerinde gerçek bir kale olduğuna dair kayıtlar ise 11. yüzyıla dek uzanıyor. 16. yüzyıla kadar aynı zamanda bağlı bulunduğu kralların ve ailelerinin yerleşim yeriyken bu yüzyıldan itibaren git gide askeri bir kışla halini almış. Günümüzde ise kışlaları, seremoni odaları, hapishanesi, kuleleri ve daha bir çok kısmıyla gerçek bir müze deneyimi sunuyor bizlere.




                                                           Gerçek "Red Wedding"

Kalede gezerken geleneksel kıyafetleriyle dolaşan İskoç askerlerinin bazı şovları oluyor. Hem İngilizlere laf atıyor, hem silahların nasıl kullanıldığını gösteriyor hem de kale tarihinden pasajlar anlatıyor. Eğlenceyle karıştı mı bilgi çok daha kolay geçiyor dinleyene. Bunu yakalarsanız kaçırmayın.



Bir de tabii ünlü "One O'Clok Gun" mevcut. Eskiden limanlara saatin kaç olduğunu anlatmak için tam 13:00'de ateşlenen top; bugün de öğlen saat 1'de sembolik olarak ateşlenmeyi sürdürüyor. Tabii top orijinal top değil. (:




4) Scott Monument (Scott Anıtı)

Bunu kaçırmanız imkansız, Princes Street Garden'da duruyor ve bolca gözüküyor. Uzaylı istilası başlangıcı gibi tuhaf mimarisi viktorya dönemi gotiği şeklindeki bir tür. Anıtın adını görünce bir göz yanılmasıyla yanındakini dirsekle dürtüp "İskoç Anıtı mı şimdi bura?" diye soranlar mevcutsa da hikaye başka.



Bu anıt, yazar Sir Walter Scott'ın Hakk'a yürümesinden sonra Edinburgh ileri gelenlerinin toplanıp "sevdiğimiz bir abimizdi, şunu güzelce yadedelim" şeklindeki şık hareketinin bir neticesinde açılan yarışma sonucu inşa ediliyor. 61 metreyi bulan yüksekliğiyle bir yazar için yapılmış en yüksek anıt özelliğini koruyor. Çeşitli platformlarından Edinburgh'u da izleyebilirsiniz. 298 basamağı çıkıp en yüksek platforma çıkarsanız "helal olsun" demek adına sertifika da veriyorlar size.

1844 yılında tamamlanan yapı, enteresan mimarisiyle günümüzde de "bu neymiş arkadaş" sözlerini söylettiriyor.


5) The Palace of Holyroodhouse

Royal Mile'ın diğer ucunda bulunan bu saray, aslında Britanya Kraliyetinin İskoçya'daki adresi... Kraliçe her yaz başı gelip burada 1 hafta kalıyor; bu süreç içinde bir takım seremonileri vesaireyi düzenleyip gününü gün edip geri dönüyor Londra'ya... Bana sorarsanız 1 hafta az geliyordur güzel yer zira bu Edinburgh.



Kraliçe yokken çeşitli resepsiyonlar, eğlenceler vesaireler düzenleniyor; belki arkasından konuşuluyor orasını tam bilemiyorum ama kraliçe varken Britanya bayrağının çekildiğini, yola çıkıp arkasından su döküldüğü an ise saraya İskoç bayrağının çekildiği not düşmemde fayda var.

Burada pek müzesel bir durum yok ama görmekte fayda var.


6) Holyrood Park ve Arthur's Seat

Burası Edinburgh'a aşık olmamı sağlayan başlıca yerlerden diyebilirim. Royal Mile'dan aşağı inip binalara bakarken önce Hollyrood Sarayı'nı ve parlementoyu görüyorsunuz;



                                                          Gösterişsiz parlemento

sonra bir anda kendinizi doğanın ortasında buluyorsunuz. Yeşilin her tonu en güzel şekilde Holyrood Park'ta etrafınızda.



St. Margaret Loch, içinde bulunan küçük gölcüklerin en güzellerinden... Yine Holyrood Park içinde ondan da büyük Duddingston Loch da var. İnsana huzur ve keyif veriyor hakikaten. Arkalarda St.Anthony Chapel'in yıkıntıları da mevcut.


                                                          St. Margaret Loch



                                                           St. Anthony Chapel

"Az tırmanayım" diyorsanız Arthur's Seat (Arthur'un Makamı diyebiliriz) denilen şehri yukardan gören 250 metre yüksekldiğindeki tepeye yürüyüş yapabilirsiniz. Kimisi adını efsanevi Kral Arthur'dan aldığını iddia ederken kimisi eski İskoç dilinde söylenen ve "yüksek yer" anlamına gelen ya da "okların yüksekliği" manasına gelen sözlerden türeyip Arthur'a devşirildiğini iddia ediyor.


                                                  Meadows Park'tan Arthur's Seat

Bu güzelim yerde çeşitli tepecikler halinde uzanan Salisbury Crag ve tuhaf görünümüyle Samson's Ribs (Samson'un kaburgaları) yine burada dolaşırken görebileceğiniz yerlerden...




                                                             Samson's Ribs


Yerlerde bir tane çöp yok dememe gerek yok zannediyorum.


7) National Museum of Scotland

Bu müzeye bayıldım.

1985'te açılan ve başka müzelerin de birleşmesiyle bugünkü halini alan İskoç Milli Müzesi, 5-6 yaşında bir çocuktan 70 yaşındaki yaşını başını almış bir abiye kadar hemen herkese hitap eden bir yapıya sahip.



Aslında bana göre şöyle oluşturulmuş: 6-7 yaşına gelen bir çocuk bu müzeye girsin ve hayat hakkındaki tüm temel bilgileri, tarihi ve farklı kültürleri bu çatı altında yaşasın ve görsün.

                                                 
                                                                   Dolly

Müzede dünyanın oluşumu, yer yüzü değişiklikleri, hayatta şahit olduğumuz temel fizik ve kimya prensipleri, farklı hayvan tipleri, sesleri, bitkiler, kokular, teknolojik gelişmeleri, uzay bilimi interaktif bir şekilde, eğlenceli ve son derece açıklayıcı olarak yer alıyor mesela. Dünyanın farklı toplumları, yaşayışları, geleneklerini özetleyen ve yine bulundukları coğrafyanın tarihini, kıyafetini, kültürünü ve tek bir çatı altında öğrenebiliyor ve görebiliyor insanlar. Özellikle her yaştan öğrenciler müzenin içinde ellerinde not defterleri ve ödevleri koşturarak ödevlerini tamamlıyorlar. Gerçekten mükemmeldi. Böyle bir müze, müzecilik anlayışı ve müze kullanımına şahit olduğum için çok mutluyum. Bende Londra'daki müzelerden bile daha çok iz bıraktı diyebilirim.

8) Scottish National Portrait Gallery

Burası da İskoç Kraliyet Ailesi'nin ve İskoçya'nın elinde bulundurduğu tablo koleksiyonunu bizlere sunan güzel bir müze.



İskoç ressamların dışında dünyadan da pek çok ressamın eserlerini bulabiliyorsunuz müzede. Özellikle tablo ve resim sevenler için çok hoş bir koleksiyon gezisi oluyor.

9) The Meadows

Edinburgh Ünviersitesi'nin güneyinde, uzaktan Arthur's Seat'i de görebildiğiniz yemyeşil bir park.

                                               
                                                        University of Edinburgh




Burada bir tarafta rugby oynayanlar, bir tarafta cricket oynayanlar, mangal yapanlar, çimlere yayılanlar, spor yapanlar... Gerçek bir şehir parkı. Dolaşın ve keyfini çıkarın.


                                             Mangal nerede yapılır nerede yapılmaz
Gezilecek Yerler Ek Not: 

Museum of Childhood, Royal Mile'da sık uğranan müzelerden biri ama içerisi daha çok korku filmi gibi. Her yerden size bakan oyuncak bebeklerle ve antik oyuncaklarla karşılaşıyorsunuz oraya uğramanın çok bir alemi yok.

Brittania gemisi ziyareti çokça övülüyor ama inmedim aklınızda olsun.


EDINBURGH'DA YİYECEK / İÇECEK TAVSİYELERİ

- The Black Medicine Co. (7 Barclay Terrace)




Soğuk Edinburgh günlerinde içinizi ısıtmak için envai çeşit kahvesi ve kek/pasta çeşitleriyle tam bir kurtarıcı.





- The Brass Monkey (14 Drummon Street)

Çoğunlukla üniversite öğrencilerinin takıldığı bu gösterişsiz ama başarılı bar, viskiye başladığım bar olarak kişisel tarihime geçti. Uzun yıllardır viski içmeye çalışıyordum ama bir türlü hoşuma gitmiyordu. Blue Label bile açıp içtim ama bana mısın demedi.

İskoçya'dayken bu işi kökten çözmek amacıyla Brass Monkey'in barına yaklaştım ve barmene "Hacı ben bu boku içemiyorum bir türlü, sen bir şey önerir misin fikrimi değiştirecek" şeklinde serzenişimi ilettim.

"Sen ne içtin bugüne dek?"

"İşte Dimple, Jack Daniels, Chivas Regal, Glenfiddich."

"Hmm genelde "blended". Hangisini sevdin daha çok?"

"Glenfiddich daha içilebilir geldi."

"Doğru yerdesin o zaman. Single Malt Scotch Whiskey zira Glenfiddich... Ben şimdi sana bir duble Jura koyuyorum, bu seni çözer. Su?"

"Yok."

"Çok iyi. Buz sorumuyorum zira biz bunu buzlu içmeyiz. Belki bir iki damla su o kadar. Cheers."

Babadan Jura'yı aldım ve o günden bugüne viski içebiliyorum. Kesinlikle blended içemiyorum, single malt Scotch varsa götürüyorum.



- The Holyrood 9/A (Holyrood Road 9/A)

Henüz Amerikan burgerlerini yemedim ama Avrupa'nın en iyi burgercileri olarak İskoçlar gösteriliyor genelde. İngilizlerden bu işi çok daha iyi yaptıklarına şahit oldum bu yolculukta.



Adı adresinden belli olan Holyrood 9 / A; nefis burgerleri ve bardaktaki patatesleriyle muazzam bir burger deneyimi sunuyor.

- The Cambridge Bar (Young Street 20)

Burası yediğim en güzel burgeri bana tattıran yer desem yeridir. O kadar ciddi bir et kalitesi ve yoğunluğu var ki tek bir burgeri yerken gerçekten zorlandım (ki bu genelde yaşanmaz)



Çok çeşitli, acaip burgerleri var. Biraz da ağır. Yani tam bana göre (:


- Vodka Revolution (30a Chambers Street)

Britanya'nın pek çok şubesinde dükkanları bulunan Revolution, devrimi shot bardaklarında yapıyor.
Çeşit çeşit vodkanın setler halinde sunulduğu mekanda yiyecek çeşitleri de mevcut. Bizim ülkemizdeki shot barlara kıyasla çıta tabii ki çok yukarda.




Acılıyı içmeyin yüzünüz renk değiştiriyor.

- Greyfriars Bobby Pub (30-34 Candlemaker Row)

Pubdan önce mevzudan bahsedelim. Bobby, skye terrier cinsi bir köpeğimiz. Sahibi vefat ettikten sonra 12 yıl boyunca mezarında nöbet tuttuğundan hikayesi hala anlatılıyor. 1872 yılındaki ölümüyle bu nöbeti doğal olarak bırakmış vaziyette. Sıklıkla rastlayacağınız hediyelik eşyalarının yanı sıra şehirde heykeli de var. Bu heykelin arkasında kendi adına açılan pubda bir şeyler atıştırıp kadehleri Bobby'e kaldırabilirsiniz.


Ek:

İskoç kahvaltılarının vazgeçilmezi, hatta kimi zaman akşam yemeği olarak götürülen "haggis"i özellikle sakatat seviyorsanız mutlaka deneyin. Böbrekten ciğere envai çeşit sakatatın milim haline gelecek şekilde kıyılarak pişirilmesiyle hazırlanıyor. Nefis.


Dolu diye gidemedik ama Mussel Inn de çok hoş bir yer olarak gözüküyor. Deneyen bir ses etsin sonra bize (:



SON SÖZ


Edinburgh ve İskoçya İngiltere'den daha çok sevdiğim ve zevk aldığım bir yer oldu. Tuhaf bir çekiciliği var şehrin. Gerçek bir şehirde bulunduğunuzu hissediyorsunuz, her şey elinizin altında ve ihtiyaç duyduğunuz her şey var. Korku turları düzenlenen bir şehir için oldukça güvenli olduğunu da eklemeyelim. Geç saatte bol sarhoş oluyor yalnızca, bulaşmadan devam edin zaten onların derdi de siz değilsiniz onlar da eve gitme derdindeler...

Bengi ile yaptığımız bu gezide bizleri gezdiren arkadaşımız Neşe'ye de teşekkürlerimizi sunarız.



13 Ocak 2015 Salı

İşi, Gücü ve Şehri Bırakıp Doğaya Taşınanlar: Ilgın ve Serhat Özel Röportajı!



-Sokağa çıktığımızda burnumuza üşüşen hava kirliliği
-Yanlış döşendiği için üzerine basıldığında bubi tuzağı gibi fırlayıp her yerinizi çamur yapan kaldırım taşları
- Hız kesmeden ara sokağa dalan ve sizi ikinci kez boydan boya çamurlayan sürücü.
- Metrobüs kuyruğu ve kapı açılınca yaşanan izdiham
- İşe gidildiğinde okutulan karttan çıkan bezgin "bip" sesi.
- İş stresi ve mide ağrıları
- Düzgün havalandırılmayan iş yerleri
- Bilgisayar başında edindiğimiz bel ağrıları
- Trafik
- Trafik
- Trafik
- Uyku(suzluk)
- Hadi baştan.

Şehir imkanlarla dolu, güzel ve canlı gözükebilir ama günlük yaşamımız az çok buna benziyor gibi gözüküyor. Hele ki İstanbul'da yaşıyorsak...

Bu bitmek tükenmeyen teraneye rağmen hayatımızı bu döngüden çıkarıp başka bir yola sapmaya ise korkuyor gibiyiz... Yaşamı tek cadde sayıp ne ara sokaklara dalıyoruz ne de kafamızı kaldırıp etrafımızı seyrediyoruz sanki.

Bu bir cesaret meselesi mi, alışkanlık mı? Para meselesi mi yoksa bir anlık karar yeterli mi? 

Kendisini bu döngüden çıkarmayı başaran iki güzide insana sormak istedim. Şehirden kaçıp yollara dökülen, çiftliklerde çalışıp doğanın ve yaşamın tadını çıkaran, şimdilerde ise kendi gözleriyle yetiştirildiğine şahit oldukları doğal tatları is ve duman soluduğumuz şehirdeki kapılarımıza kadar ulaştıran farklı bir çift! 



Ilgın ve Serhat Sayıcı'nın hikayesi karşınızda...

Açıkçası onların hikayesini gıpta ile uzaktan da olsa takip ediyordum. Sağolsunlar bu röportaj isteğimi kırmayarak sorularımı yanıtsız bırakmadılar. Açıkçası düşündüğümden de ilginç ve keyifli bir röportaj oldu! Umarım sizler de öyle düşünürsünüz.

Ben sordum; ikisi adına Ilgın cevap verdi!

Bu hikayenin başına bir dönelim... Siz ikiniz nerede tanıştınız ve tanıştığınız sırada nerede yaşıyor ve ne iş yapıyordunuz? Evlenme kararı ne zaman oldu, evlendiğinizde aklınızda "gitme" fikri var mıydı?

Hikayenin başında bambaşka hayatlarımız vardı. Ben İzmir'e yüksek lisans için gitmiş ve İstanbul'a henüz dönmüştüm. Serhat ise Karaköy'de perşembe pazarında çalışıyordu. Ortak noktamız fotoğraf çekmek ve çektiğimiz fotoğrafları internet üzerinden paylaşmaktı. Bir fotoğraf sitesi üzerinden tanıştık. Tanıştık ve bir buçuk ay sonra ben kendimi aileme "ben evleniyorum" şeklinde açıklama yaparken buldum. İki tane hiç evlenmeyecek ve bulduğu üç kuruşu gezmeye tozmaya harcayacak tip birbirimizi bulduk ve bırakmamaya karar verdik : ) 




Her şey epeyce hızlı oldu... Bu arada ben tanıştığımızın ertesi günü "benim gitmem lazım,
ben İstanbul'da yaşayamam" demeye başlamıştım bile...  On beş yaşımdan beri tuttuğuma "ben gideceğim" diyordum zaten, bir kere daha demek zor olmadı ama beklediğim yanıtı alamadım. Serhat çok net bir şekilde "ben şehirden kopamam" deyiverdi. Aşk mı macera mı diye düşünürken, "sabır" da karar kıldım ve beklemeye karar verdim. Bu arada evlendik barklandık, ben ara ara gidelim diye tutturukluk yapmaya devam ettim.

İşin tuhafı Serhat'tan pek de ışık alamıyordum. Bu arada artık bilişim sektöründe yazılımcılık yapıyor, Kadıköy'den Gebze'ye çalışmaya gidiyordu. Gününün 4 saatini yollarda geçirip, akşamları eve iş getirmeye başladığı bir zaman dilimine girmiştik. Benim sabretmem işe yaradı mı bilmiyorum ama iş hayatının Serhat'a cinnet getirtmesi işe yaradı. Bir gün eve gelip "Gidelim!" deyiverdi...


Peki bu karar verdikten sonra neler oldu? Hemen yola koyulabildiniz mi? 

Ben yıllardır adamın "gidelim" demesini beklemiştim ama hiç nereye gideceğimizi ne yapacağımızı kurgulamamıştım. Belki de kurgulamıştım ama hiçbiri öyle tutarlı, akla yatkın şeyler değildi. "Zeytinlik alalım" diyordum mesela, ama zeytin ağacını ayırt edemiyordum. Beş dönüm bademlik buldum diye seviniyorum, bademle cevizi yanyana görünce "oo piti piti" yapıyorum. "On tane de tavuk alırız" diyorum, civciv alsak hepsi horoz çıkar biliyorum.




Bir cesaret gezi zamanı tanıştığım insanlar tarafından davet edildiğim, kutsal ekonomi denemelerinin yapıldığı "armağan uçuşturma çemberi" sayfasında "akıl fikir armağanı" istedim. Derdimi anlatıp, "bana bir yol gösteren yok mu" diye sordum. O gün bizim hayatımızın değiştiği gün oldu. Ne çok gezgin vardı, ne çok şehir kaçkını, göçebe vardı... Kalacak ne çok ev, gezecek ne çok köy, çalışacak ne çok çiftlik vardı...
Armağanın kralını almıştım : ) Eve dönüp, "Tamamdır, gidiyoruz" dediğimi ve Serhat'ın gözlerini kocaman açarak bana baktığını hatırlıyorum.


Gittiğiniz yeri nasıl seçtiniz?

Akıl fikir armağan edenler arasında, Buğday Derneği'nden ve Tatuta (tarım - turizm - takas) çiftliklerinden bahseden birkaç kişi vardı. Buğday Derneği'ne üye çiftliklerde gönüllü çalışmak mümkündü. Kalacak yer, yiyecek yemek gibi dertlerin olmadan, sadece çiftlik işlerine yardım ederek, köy yaşamını deneyimleme fikri kulağa şahane geliyordu. Hemen çiftlikleri incelemeye başladık. Kafamızda belli kriterler vardı. İstanbul'a ilk etapta çok uzak olmak istemiyorduk, bir ayağı şehirde olan ve aynı dili konuşabileceğimiz insanlar olmalarını istiyorduk ve gerçekten üretime dahil olmak istiyorduk. Bayramiç Muratlar Köyü'nde bulunan Yeniköy Çiftliği'ni seçtik. 


Gerçekten aradığımız herşeyi bulduğumuz, hala "evimiz" diyebildiğimiz bir başlangıç noktası oldu bizim için. 40 günün sonunda, bizi yeniden yol çağırmaya başlamıştı bile.Bu arada zihnimizdeki tüm kriterler de esnedi. Çanakkale'den Antalyaya kadar köy köy gezerken neredeyse sıfır kurguyla gezdik. Canımız nerede durmak istiyorsa orada durduk, nerede yemek bulduysak yedik, Sıcak bir soba bulunca kıvrılıp uyuduk. Yolun tadını çıkarmayı, balını emmeyi öğrenmiştik : )





Gitmeden önce şehirden ayrılmakla ilgili bir endişe veya korkunuz var mıydı? 


Şehirden gitmeden önce öyle heyecanlıydık ki, bir kere metrobüsten kurtulacaktık. Sabah dokuz akşam altı işlerimizi bırakacaktık, ciğerlerimize biraz daha egzoz dumanı çekmeyecektik. Bunlar bizi çok heyecanlandırıyordu. Ama ailelerimize açıklamakla ilgili içimizde tuhaf bir endişe hali de vardı. Hem hayatımızı yaşamak istiyorduk, hem de onaylanmak gibi bir kaygımız vardı. Üstelik onaylanmayacağımıza neredeyse emindik.

Onay alabildiniz mi? (:

Elbette ki onaylanmadık : ) Serhat'ın maddi endişeleri, benimse bu maddi saçmalıklar yüzünden yeniden İstanbul'a dönme endişelerimiz ise hep cepteydi zaten. 


GİDİŞ SONRASI


Şehir yaşamından özlediğiniz şeyler oldu mu?

Neredeyse hiçbir şey özlemedik. Arkadaşlarımızı özlediğimiz zamanlar oldu ama işin iyi yanı kimi özlesek onunla minicik de olsa bir tatil yapma fırsatı bulduk. İstanbul'da yaşarken neredeyse hiç görüşemediğimiz, bir türlü zaman ayırıp kahve içemediğimiz dostlarımızla inanılmaz güzel zamanlar yaşadık. 




Çünkü gerçekten zamanımız vardı. Yalancıktan bir tatil yapmak için yıllık izin beklememize gerek yoktu. Sevdiklerimize ayak uydurduğumuz anda herşey kendiliğinden şahaneleşiyordu.


Bu gidiş sonrası kişisel olarak sizler, ilişkiniz ve sağlığınız nasıl değişimler gösterdi?

Çok kısa bir süre sonra bunun kilometrelerle ilgili bir yol olmadığını anladık. Asıl yaşadığımız şey içsel yolculuktu.



Sabah kalkıp soba yakmak, kombinin düğmesini çevirmeye benzemiyor. Ama kestiğin ağaca,
kırdığın oduna, sobanın üzerinde ısıttığın kar suyuna şükretmek diye bir şey var. Kabağın süpermarkette yetişmediğini ve çok emek istediğini elinle, gözünle, dilinle anladığın zaman kabağın kabuğuna kıyamamak var. 



Bir arının ömrü boyunca bir çay kaşığından daha az bal yaptığını öğrenince, "izleyince terbiye olmak" diye bir şey var, varmış. Her sabah evden çıkarken koca bir çöp poşetini konteynere atıp servise bindiğimiz günlerden çöp çıkarmadığımız ve yediğimiz her şeyde kurdun kuşun hakkının olduğunu algıladığımız bir hayata geçmiş olduk. Hayata bakış açımız tamamen değişti. 


Yeniköy, Muratlar Köyü'nün çok dışındaydı. Kırk gün boyunca üç kişi yaşadığımız bir zaman dilimi var mesela... Hem doğayı hem ilişkileri hem de ruhumuzu gözetmemiz gereken bir zaman dilimiydi. Kalpten iletişim kurmayı, kişiselleştirmemeyi ve "gerçekten" gözetmeyi öğrendiğimiz bir süreç oldu.. Biz iki bambaşka insan olarak, kendi arka bahçelerine sahip çıkan, hayallerini gözeten ve birbirini her şeyden evvel insanca seven bireylere dönüştük.

Şehirden getirdiğimiz bir sürü hastalığımız vardı. Koca bir günü masa başında geçirmek yüzünden bitmeyen bel ağrılarımız, bilgisayara bakmaktan sürekli kuruyan gözlerimiz, stresten bir türlü adam olmayan midemiz... Hepsi bizi terketti. Biz de bu arada maddi tıbbı terkettik tabii. İki şehirli olarak arabamıza yığdığımız ve "ya hastalanırsak" endişesiyle oradan oraya taşıdığımız ilaçların kutuları bile açılmadan tarihleri geçti. Yine midemiz ağrıdı ama "aynısafa çayı" demlemeyi biliyorduk, dişimiz sızladığında "karanfil yağı" elimizin altındaydı...  


Pişmanlık duyduğunuz anlar oldu mu yoksa bir an için bile bu karardan şikayetçi olmadım mı diyorsunuz?

İlk başlarda tek pişmanlığımız daha erken davranmış olmamaktı ama sonra doğa bize herşeyin tam zamanında olduğunu pek güzel öğretti... 

Yeni tanıştığınız insanlarla şehirde tanıştığınız gördüğünüz insanlar arasında ne gibi farklar var? Neler dikkatinizi çekti mesela?

Bizden daha tecrübeli gezginlerden, köylülerden, göçebelerden öğrendiğimiz en önemli şey "akışına bırakmak".




Yoldayken, yol kendi bildiği gibi gidiyor, önemli olan iyi bir eşlikçi mi olacaksın yoksa hikayeyi yönetmeye mi çalışacaksın bu senin kararın. Biz mutluluğu akışına bırakmakta ve kurguyu terketmekte bulduk. Yol arkadaşlarımızın şehirdeki tanışlardan en büyük farkı buydu galiba, "akışta kalabilmek"...

Şehirden gelen sinyaller genellikle daha korku kaygı odaklı oldu bizim için, "yapamazsınız", "dönersiniz", "bizlere göre değil" gibi öğrenilmiş çaresizliklerle dolu bir yığın mesaj.


 "Gittiğinizden" beri ekonomik yaşamınızı nasıl sürdürüyorsunuz? Ne kadarlık bir bütçeyle insan kendini döndürebiliyor?

Öyle aman aman bir bütçeyle yola çıkmadık, ayda ortalama 500 lira harcadık, ki bu büyük bir para aslında. Bunun sebebi de köpeğimiz Gustav da yanımızda olduğu için aracımızdan vazgeçmemiş olmamız...


Tütünden, içkiden ve benzinden feragat etmiş olsaydık, üç kuruşa beş köfteyi kesin yerdik : ) 


tohumdansofraya.com adında bir internet sitesi kurdunuz en son. Bu nedir, azcık anlatsanıza?

Gezip tozduktan sonra, "biz ne yapabiliriz" diye düşünmeye başladık. On ayın sonunda çiftliklerde kalmaktan biraz yorulmuştuk. Bu çalışmakla ilgili değil, özel alan ihtiyacıyla ilgiliydi. 

Kolektif yaşam bir çift için çok besleyici olduğu gibi salondaki koltukta uzanıp öpüş koklaş uyuma arzusu da pek yabana atılacak gibi değildi. Kendimize ait bir şey istiyorduk, biraz başbaşa kalmak, kendi koltuğumuza oturmak gibi... Bir yandan da yapacağımız şeyin hepimizin hayrına olması gibi bir idealimiz vardı. Pek çok çiftlikte kalmıştık, köylülerle çalışmıştık. Kime satacağını bilmediği için üretmeyen köylünün boş duran arazilerine bakıp içlenmiştik. Organik sertifikasına bütçesi olmayan, ama toprağına zerre ilaç atmadığı ürünleri yok pahasına pazarda satmak zorunda kalan köylüyle dertlenmiştik. Şehirde gördüğümüz ve nasıl inanacağımızı şaşırdığımız organik dükkanları ateş pahasıydı. 




Üstelik bu dükkanların büyük bir kısmı kime hizmet ettiği belli olmayan bir sistemin parçalarıydı bize göre. Düşünüp taşındık ve üreticiyle tüketiciyi birleştiren yakınlaştıran bir proje geliştirmeye karar verdik. Gezdiğimiz çalıştığımız yerlerin ürünlerinden bir liste yaptık, bu listeyi bu ürünlerle tanışmak isteyenlerle paylaşıyoruz. (eğer siz de ürün listesine bir göz atmak isterseniz info@tohumdansofraya.com adresine bir mail atmanız yeterli) 



Amacımız herkesin temiz gıdaya ortalama bir bütçeyle ulaşmasını sağlayarak, hem yerel üreticiyi ve yerel tohum kullanımını desteklemek, hem de tüketiciyle üretici arasında organik bağlar kurulmasını sağlamak. Tüketiciye üreticinin hikayesini anlatarak, gıdanın bir emek meselesi olduğunu göstermek, üreticiye yaptığı işin kıymetli olduğunu ve o toprakları bırakmaması gerektiğini hissettirmek.. Biz bu hikayedeki aracı değil daha az karbon salan kargocuyuz : ) Tüm iyi niyetlerimizle, temiz gıdanın hala yetiştirilebilir olduğuna ve herkesin bu gıdaya ulaşmaya hakkı olduğuna inanıyoruz. 

Son olarak şehri bırakıp yola çıkmayı düşünenlere ne söylemek istersiniz?

Yola çıkmak isteyen, kendine yeni bir yol çizmek isteyen herkese kapımız açık... Biz akıl fikir desteğiyle yola çıktık, deneyimlerimizi paylaşmak bizim için büyük keyif olur!