20 Aralık 2014 Cumartesi

Gaziantep - Ocak 2014 / Kutsal Topraklarda 3. Gün

Bavulları toplayıp sabah 5'te Metanet'e doğru yola çıkıyoruz. Taksiyle de anlaşmış vaziyetteyiz. Bizi Metanet'in oradan alacak sabah.

Sevan dubleyi bizler tekleri gömdükten sonra taksiye atlıyoruz ama acaip bir sis de var. Havalimanında hacı kafileleri ve İstanbul uçakları için gelen yolcularla ciddi bir kalabalık var. Önce THY ardından Atlas uçuşlarını sisten iptal ediyorlar. Bileti aldığımız Pegasus da bir süre sonra iptali verince Gaziantep'te kalakalıyoruz.

Bu tabii bizimki gibi mide düşkünleri için hiç üzücü bir haber değil. Otelde check out yapmış vaziyetteyiz ama aslında 12:00'ye kadar kalma hakkımız var otelimiz Zeynep Hanım Konağı'nda... Halil telefonu açıyor ve cevabıyla yine niye dünyanın en güzel şehirlerinden birinde olduğumuzu hatırlıyoruz.

"Abi 12 ne demek; isterseniz akşama kadar misafirimiz olun."

Bu adamlara ne yapsak az.


Otele dönüp uykuyu aldıktan sonra 12 gibi odayı boşaltıyoruz. Otel sorumlularından Ali Abi akşama kadar kalın acele etmeyin dese de uçak saatimizi akşama değiştirip müsaade istiyoruz.

İşe telefon açıp mahsur kaldığımızı Antep'ten devam ettireceğimizi söylüyoruz. Öğlen saatlerinde merkeze dönüş yapıp karnımızı doyurmak adına övgüyle bahsedilen Çulcuoğlu'na atıyoruz kendimizi.

Çulcuoğlu


Burası da "getir abi" denilen yerlerden. Halil Usta gibi değil; bolca meze de beraberinde geliyor burada. Etçiler için kötü bir durum sağa sola saldırmaktan sonra ete dalamıyorsunuz. Ama lezzet ve karın doyurma açısından 10 numara.

Ortaya 3 kişilik getirdiği karışık tabakta inanılmaz bir patlıcan kebabı da arz-ı endam ediyor. Tüm etlerin tadı yine damağımızda kalıyor. Finalde üstüne neredeyse yarım kilo fıstık attığı nefis kadayıfı da gömüp kişi başı 20 lira ödediğimiz hesaba uzun uzun şaşkınlıkla bakıyoruz.




Abim Tahmis'te işe gömülmeden önce "Zekeriya Usta'ya ne olur bir uğrayalım" diyince saatin geç olmasını göze alarak gidiyoruz Zekeriya Başkan'a...

Oğlu içerde hamur yoğuruyor.

"Usta var mı katmer?"

"Yok; yarına anca. Siz yiyemediniz mi yoksa?

"Yok yedik de yine yiyelim istedik dayanamadık."

"Neyse en azından yemişsiniz; insanlar gelip de yiyemedi mi çok üzülüyorum. Bir dahaki sefere artık. Bazı şeyleri tadında bırakmak lazım" diye şakalaşıyor bizimle.

Tahmis'te sis mevzuunu konuşuktan sonra akşama dek bilgisayar başında kalıyoruz. Abim bağımlısı olduğu menengiç kahvesinden satın alıyor eve götürmek üzere.

Çıkışta aklımızda Ciğerci Mustafa ve Gaziantepli arkadaşımız Mali'nin fıstık helvası ısmarladığı Bedir'e uğramak var.

Ciğerci Mustafa

Çarşının içinde varmış esas yeri ama biz yanılıp stadın oradakine gidiyoruz. Burası çarşıdakinden çok daha büyük. Genellikle maç öncesi ve sonrası dolup taşmasıyla ünlü.



Üstüne hafif kimyon atılmış, tek kelimeyle muhteşem ciğerleri mideye indiriyoruz. Diyarbakır'daki gibi minik minik değil dişe dokunur büyüklükte kesilen ciğerler nefis salatasıyla birlikte geliyor. Közlenmiş malzemeler de cabası...

Bedir

Ciğerci Mustafa'yı büyük zevkle geride bırakıp rotayı Bedir'e çeviriyoruz. Öğretmen Evi'nin tam karşısındaki sırada Bayazhan'a doğru yeri.

Burası fıstıklı dondurması ve helvası çok meşhur ufak bir dükkan...

Mali için helvayı sardırıyoruz ama gelmişken fıstıklı dondurmayı da gömüyoruz tabii.. Tek kelimeyle enfes ve doğal fıstık tadını en güzel haliyle yaşatan bir yer. Yaz kış demeden Gaziantep'e gelmişseniz ve yolunuz sonraki yolculuklarımızda tanıştığımız Doğan ile kesişmemişse; mutlaka mideye indirin buradaki dondurmaları.

Tahmis'e bir kez daha uğrayıp vakit öldürürken vakit yine gelip çatıyor. Otelden eşyalarımızı alıp İstanbul'a geri dönüş yapıyoruz.

Bu tarihten sonra Gaziantep'e bir kez daha gittim. Ömrümüz izin verirse her sene iki kere uğramak lazım Antep'e. Zaten vücut beyran istiyor, küşleme istiyor, katmer istiyor, şöbiyet yok mu diyor. Bu sese kulak vermemek imkansız!


11 Kasım 2014 Salı

Gaziantep - Ocak 2014 / Kutsal Topraklarda 2.Gün



Sabah gözümüzü açar açmaz kurulmuş saat gibi hep birlikte "Metanet" diye sayıklanarak kapının önüne üşüşüyoruz. Otelde kahvaltı var aslında ama burun kıvırır vaziyetteyiz.

Atomcu Celal

Yürüyüş sırasında Karagöz Caddesi'nden geçerken sağda methini çok duyduğumuz Atomcu Celal Usta'ya gözümüz takılınca Sevan'ın da kışkırtmasıyla dalıveriyoruz içeri.



Sevan ve ben atom taraftarıyız. Ama atom gerçekten atommuş burada: süt, muz, fındık, ceviz, bal, çilek, armut, elma, havuç karışımından oluşan bu arkadaşı çakıyosunuz; yanında bir de tabakta dilimlenmiş çilek, armut, kivi, bal ve üzerine hafif dökülen hindistan cevizi şeklindeki karmaya toplamda 3,5 tl ödüyorsunuz. Acaip bir şey, acaip hizmet, acaip fiyat.

----

Metanet'e bir 10 dakika sonra vardığımızda GS maçı sebebiyle tıka basa dolu olduğunu farkediyoruz Aile salonu dolu olduğundan alt salona alıyorlar herkesi. Dayılar rahatsız ama yapacak bir şey yok (:

Sevan bu sefer duble söylüyor beyranı... Yanımızda Antepli yaşlı bir amca ve eşi var.

"Biz de evde yapıyoruz ama böyle olmuyor; o yüzden buraya geliyoruz çok güzel" diyor Antep'in yabancısı olduğumuzu öğrenince.

Arkasından Tahmis yapıp bakırcılar çarşısı ve etrafında alışverişlere başlıyoruz. Annem için özel bakır sahan satın alıyorum. Tuğçe ile abim de eve salça, cevizli sucuk, Antep fıstığı gibi alışverişlere giriyorlar. Bu arada Tahmis Kahvesi'ne sırtınızı verdiğinizde hemen solda bir han, pasaj gibi bir yer var. Oradaki dükkandan istediğiniz şeyi alabilirsiniz oldukça iyiler.

Bir önceki akşam İmam Çağdaş'tan hazırlatılan siparişleri de alıp otele bırakmak için yola çıkıyoruz. Ancak Tuğçe'ye ek siparişler var; Zeki İnal'a uğranıp alınması gerekecek. Abim GS montunu giyerek maç hazırlığına başlıyor. Biz de beraber Zeki İnal'a doğru yola çıkıyoruz. 3-4 dakika sonra Gaziantep atkılı gençler gelip bizi uyarıyorlar: "Abi ileride kavga var çıkar istersen." önce durumu çok ciddiye almıyoruz ama yanımızda bir araba durup: "abi ne olur gitmeyin ileride it kopuk var" diyince önce Tuğcan Otel'e sığınıyoruz; ardından abimle ben üstünü değiştirmesi için otele geri gidiyoruz.

Gaziantep'te normalde böyle olaylar çıkmıyor fazla. Zaten Antep atkılı gençler ve insanların tutumundan da belli ama Ultraslan ve Gaziantep'in taraftar grubu birbirine girince ortalık karışmış.




                                                    Zeki İnal şöbiyeti; almaz mısınız?

Tedbil'i kıyafet sonrası Zeki İnal'lanıp Halil Usta'nın kapalı olmasının getirdiği üzüntüyle ortaklıktan ayrılan kardeşinin şehir merkezindeki mekanı Küşlemeci Mehmet Usta'ya kırıyoruz dümeni

Bu esnada Bayazhan'ın karşısında birbirine girmiş iki tarafın bıraktığı çöp ve kırık döküğe de şahit oluyoruz.

Küşlemeci Mehmet Usta

                                            Bunu Mehmet Başkan'ın sitesinden aldım

Kaşık salatası neredeyse Halil kadar iyi; küşlemede geride. Kebaplarda yakınlık söz konusu. Bize şef özel olarak "beyaz et" dediği; etin özel bir kısmını da getiriyor. Her damağa göre değil ama bana oldukça lezzeti geldi. Halil Baba kapalıysa ya da şehir merkezinden ayrılmak istemiyorsanız çok iyi bir alternatif. İstanbul'da bulabileceklerinizden kat be kat ileride bir lezzet var bu arada şansızlığı Halil Usta ile kıyaslanması...


Rica edip Zeki İnal'dan aldığımız şöbiyet ve baklavaları sonradan almak üzere oraya bırakıyoruz. İstikamet çok övülen Koçak Baklava... Denemesini yapıp arkadan taksiyle Erçelebi'de kömürde künefe ile altın vuruş yapma niyetindeyiz.

Koçak Baklava


                                               Koçak Baklava'dan alıntı baklava.
                                                  
Güzel mi? Evet. İstanbul'dakileri döver mi? Uzak ara.

Ancak Zeki İnal'dan aldığımız tadı burada alamadık. Hatta İmam'ın özel karesi bile kimimize daha iyi geldi. Gazianteplilerin gözdesi Koçak ama bizim olamadı bir türlü. Zekici kaldık; Zekici gidiyoruz.

Havuç diliminden kare baklavaya, yaprak şöbiyetten dolamaya kadar geniş bir skalada tadım yaptığımızı belirtelim.

Sonraki adres ünlü Erçelebi...

Erçelebi Kadayıf ve Künefe




Burası çok sıkıntılı bir yer. Çünkü kocaman bir kömür ocağının üzerine boy boy ve çeşit çeşit künefe ve kadayıf dizmişler.

Porsiyon konusunda önceden dersimizi aldığımızdan dört kişi olmamızda rağmen "iki kişilik" diyoruz. Aslında çok tokuz ama gözümüz doymuş değil... Yanında içecek sadece shot bardağı kıvamında bir bardakla süt... (:



O kadar nefis bir künefe ki o tokluğa rağmen yarısını gömüyoruz. Pişmanlığımız "buraya aç gelelim yahu" cümleleriyle ayyuka çıkıyor.

Mide dolu halde maça doğru yol almak adına Küşlemeci Mehmet Usta'ya doğru gidiyoruz.

----

Emanetleri aldıktan sonra Sevan'ı salıp GS ekibi olarak stada yollanıyoruz. Yine atkı ve bereyi göz önüne almayın diye uyarıyor polis.



Maç sıkıcı bir şekilde 0-0 sona eriyor. Tuğçe GS kafilesiyle döneceğinden onunla maç sonu vedalaşıyoruz. Sevan'la Tahmis Kahvesi'nde buluşup mideleri gece Nazım'a hazırlama derdindeyiz.

Zaten zırt pırt girip çıktığımız Tahmis Kahvesi ekibinde tanınmış ve benimsenmiş vaziyetteyiz.

Akşam Gaziantep merkezde alkol alarak kebap yiyebileceğiniz bir yer olmaması çok kötü. Hatta kebap yenecek mekanlar da çok azalıyor akşam saatlerinde. Sahan, merkezde alkolle kebap yenecek Bayazhan ile birlikte az sayıda mekandan biri. Aklınızda bulunsun.

Mideyi kıvama getirdikten sonra Güllüoğlu Oteli'nin önünde şişleri yığmış Nazım Baba'ya yazılıyoruz.



Cartlak, uykuluk, kaburga, şiş ne varsa götürüyoruz bu sefer. Hatta abim tırnak pidesini tabak gibi kullanıyor. Fazla yiyebilmek adına üstüne et çektiriyor Nazım Baba'ya. (Son saydığımda 9 tane götürmüştü toplam) Özellikle kuzu şişi ve kaburgasına bitiliyor. Sevan'ın özel isteği dürümü kendisinin değil Nazım Baba'nın hazırlaması. O limonu sıkıp baharatlandırıp salatayı ayarlayınca daha da güzel oluyor diyor. Haksız da sayılmaz doğrusu...

Sabah 5'e kadar takılan Nazım Baba'nın müşteri portföyü en dipten en yukarı çeşitlilik gösteriyor. Özellikle gece geç gidiyorsanız yanınızda hanım arkadaşlarınız tedirgin olabilir. Ama sıkıntılı bir durum yok merak etmeyin; herkes etinin peşinde (:

Ertesi sabah 7'de uçağımız var. 5'te kalkıp Metanet'e gitsek mi fikri hemen ardından plana dönüşüyor (: Kafayı vurup yatıyoruz.



Not: Kimi fotolara katkı sağlayan Sevan'a da teşekkürler.

1. güne dönmek için tıklayınız

3. gün için tıklayınız



21 Temmuz 2014 Pazartesi

Yeni Başlayanlar İçin Likya Yolu - BÖLÜM 3 - ANDRIAKE / KALEKÖY

2.bölüm için tıklayınız.

----




Hava kararırken geldiğimiz Çayağzı'ndaki Andriake Kamping; denizin hemen yanı başında sayılır. Arada yol, nehir ve sazlık/kum karışımı bir alan var. Gerisi deniz.

Ağaçların altına kampı attıktan sonra bir masaya kurulup yemeğe yumuluyoruz. Kampta çorba, sebze, salata, ve pilav / makarna tarzı bir yemek her akşam mevcut. Buna ek olarak köfte tavuk gibi ek ızgaralar el arabasından devşirilen mangalda yapılıyor. Tabii yanında mangala atılmış soğanı, biberiyle birlikte...

Özellikle salatasına bayıldık. Biz şehirde saman gibi domatese bibere salatalığa alıştığımızdan güneye indiğimizde tazelikten başımız dönüyor. En kral ana yemekten daha çok mutlu ediyor böylesine güzel salatalar...

Biraları da açıp vuruyoruz kendimizi sohbete.

Biraz uzakta bir ışık görüyorum; kafa fenerimi takıp o bölgeye doğru ilerliyorum. Balıkçılar bir baraka yapmış; hem restoran olarak işletiyorlar hem de kendileri demleniyorlar. Ortaya da ateşi yakmışlar... Fiyatların akıl almayacak derecede ucuz olduğunu söyleyebilirim. Sabahları turlamak adına Kekova'ya tekne kalkıyormuş.

Çayın üzerindeki köprüyü geçerek biraz sahile yürüyüp daha sonra tekrar kampa dönüyorum. Bizim dışımızda kalabalık bir Rus ekibi var. Çoluk çocuk gelmişler. Çocuklar pek gürültülü ve kendi aralarında kavga ediyorlar; kampın güzel sessizliğini bozuyorlar ama olsun.

Sabah erken kalkma konusundaki ısrarlarım sonuç vermiyor. 8 gibi kalkıp kahvaltı edip kamp toplayıp 9 gibi çıkalıma dönüyor iş. Anlaşıp çadırlara yöneliyoruz. Gece yarısı gibi başlayan uykum deliksiz olarak sabah 6 buçuk gibi sonlanıyor. Meğer başta ben olmak üzere neredeyse tüm çadırlardan yüksek horlama sesi yaymışız etrafa. Kimi Rus çadırları da bize katılmış. (: Bu durumun baş mağduru Sercan ve gece benim gibi kumsala dolaşmaya gidip yolunu horlama seslerini takip ederek bulan Emre'den öğrendik bu bilgileri (:


Bu arada tek kişilik kolay kurulum Quechua çadırımdan çok memnun olduğumu söylemeliyim. 2,5 kg'luk ağırlığı aslında yürüyüş için fazla bir ağırlık. Ama tüm yorgunluğun üzerine 30 saniyede kurulup yaklaşık 1 dakikada toplanabilmesi müthiş bir mutluluk.

Sabah kalkıp ortak duş ve tuvalet alanına yöneliyorum. Kamp çalışanları temiz tutmaya çalışıyorlar ama çok da yapabilecek bir şey yok. Kumsaldan gelenler duş aldığında ortak alan mecbur çamurlanıyor.

10 dakikada 1 de temizlenecek hali de yok (:

Biraz oylandıktan sonra 8 gibi herkes kalkıyor. Kahvaltı faslımız yine sohbet ve muhabbetten uzuyor. Bunda tabii semaverdeki çayımızın etkisi de büyük.

Kahvaltı, çadırların toplanması, su alımı - ki bu konuya gene değineceğim - hesap kapama vb. derken yola çıkışımız gene 10'u buluyor aşağı yukarı. Yine öğle güneşini yiyeceğiz demek ki.

Bu arada kampta 1 gece konaklama, zengin sabah kahvaltısı, akşam yemeği, ızgaralar, su ikmali,  pek çok bira için kişi başı 60 tl ödüyoruz.



Su problemimizin bizi beklediği bir parkur. Ben toplam 2,5 litrelik mataramı doldurmuş vaziyetteyim ancak  5 kişi toplamda 4,5 litre suyla yola çıkmış olduğumuzu öğreniyorum parkura başladıktan sonra. Bu yola geç çıkmaktan sonra yaptığımız ikinci hata ama son hata değil (:

Suyu çok idareli kullanmak zorundayız.


                                                İsviçre ordu çakısı görünümüyle Şahin

Kumda bir müddet yürüdükten sonra yolun en çok bilinen noktalarından birine tahta köprüye varıyoruz. Müthiş bir çay var köprünün altında; hem tarihi kalıntılar hem yeşil / mavi tonlarıyla içimiz gidiyor. Zaten köprünün verdiği hava da harika.





Köprüyü geçtikten sonra sağa doğru Myra'ya giden yola değil; sola Kekova'ya doğru giden yola sapıyoruz.




Örümcek ağları ve dar patikanın altında bir süre yürüdükten sonra yolda rastladığımız bir amcanın deyimiyle ""Çağulllu" bizim bildiğimiz adıyla Çakıl Plajı'na varıyoruz. Saat 12'ye yaklaşmış vaziyette. Burada mola verip kendimizi buz gibi suya atıyoruz. 2 metrede hemen derinleşiyor. 15 dakikalık bir deniz molası sanki 2 saat dinlenmişiz gibi etki veriyor.



Biraz da sahilde oturduktan sonra yola devam ediyoruz. Hemen Çakıl'ın çıkışında üçüncü ve en kritik hatamızı yapıyoruz.

Çakıl'ı çıktıktan sonra vardığımız mini düzlükte iki adet patika var. Biri sağda biri solda (deniz tarafında) işaret aranıyoruz ama bulamıyoruz. Daha patikaya benzeyen soldaki patikaya sapıyoruz. Hatta gri taşların üzerindeki bazı beyaz lekeleri de işarete yoruyoruz. Ancak kısa bir süre sonra farkediyoruz ki yanlış yoldayız.

Aslında patika devam ediyor ama oldukça zorlu bir hal alıyor. Kayalardan seke seke hatta çoğu zaman tırmana tırmana ilerliyoruz. Olay yürüyüşten çıkıp tırmanışa dönüyor neredeyse. Yola paralel yürüdüğümüz için geri dönmek ve tüm bu kayaları aşmak da istemiyoruz. Bir kayanın üzerinde ufacık bir ağacın altındaki gölgenin altında durum değerlendirmesi yapıyoruz. Bu arada bu aşırı eforlu yürüyüş sırasında suları da yumulmak durumunda kalmışız.

Sercan'ı paraleldeki patikayı bulması için yukarı tırmanmaya yolluyoruz. Yaklaşık 40 - 50 metre tırmandıktan sonra işaretleri buluyoruz. Hep beraber yukarı çıkıyoruz.

Örümcek ağlarıyla dolu, kaya tırmanışlı, oldukça zorlu bir 90 dakikayı bu parkur dışı patikada kaybediyoruz. Kaldı ki Altuğ ile Mehmet'in de Çakıl çıkışı işaret problemi yaşadığını görüyoruz tekrar blogu okuduğumuzda.

Bu hatamızdan neyi öğreniyoruz?

1) Ne olursa olsun yola erken çıkmaya gayret gösterin. Parkura göre sıcağın tepenizde olduğunu anı ayarlamaya çalışın.

2) Su tedariğiniz düzgün olsun. Kişi başı 1,5 - 2 litre olmadan su açıdan sorunlu parkurlara çıkmayın.

3) İşareti bulamayıp bir patikaya girdiğinizde belli bir süre işareti göremezseniz daha fazla ilerlemek yerine geriye dönün ve işareti bulun. Nerede olduğunuzu bilmeniz önemli değil; kaybolmanız zaten çok zor; ama yola zorlu bir patikadan hatta patika olmayan bir patikadan devam etmek güç ve erzak açısından sizleri zorlayacak.

Normal Likya Yolu'na döndüğümüzde asfalta inmiş gibi oluyoruz. Arada bir iki nefes molası verip tempolu bir şekilde 1 saat kadar daha yürüyoruz ancak sular bitmiş vaziyette, çok vakit kaybettik ve biz parkurun daha yarısına bile gelmedik. Havanın da yağmur toplamaya başlamasıyla moraller düşmeye başlıyor. Aslında yağmur yağsa iyi; hiç olmazsa yağmur suyundan içme suyu elde etme şansımız var.

Ben klasik en geriden gelmeye devam ediyorum. Derken bir düzlüğe çıkıyorum ve bizimkilerin yüzündeki sırıtışla karşılaşıyorum uzaklarda.

Bizim verdiğimiz lakapla "Peygamber Musa Amca"; serasının su tankerini açmış bizimkiler de şişeleri ağızları dayamışlar kana kana su içiyorlar. "Bu kocuman kim böyle?" diye bana sesleniyor.



Orada içtiğim su kadar güzel suyu Şile'de Uzunkum Plajı'nda kuma gelen buz gibi dağ suyunda içmişimdir. Susuzlukta buz gibi su o kadar güzel ki... Musa Dayı bizi boş yolcu etmiyor hemen çay demleyip hatta çay içmeyenlere Nescafe ikram edip öyle koyuyor bizi yola. Geniş düzlükte yolların karışacağını da bilerek nereden gideceğimiz konusunda uyarıyor bizi.

Bu arada Çakıl çıkışı yanlışlıkla saptığımız patika çobanların bazen keçileri saldığı zorlu bir dağ patikasıymış. "Siz nası çıngdınız oraya" diye bize de hayret ediyor.

Ne kadar dua, dilek, istek ve temennimiz varsa Musa Dayı ve ailesine hediye ediyoruz. Yokluğun ortasındaki serayla parkuru bizim için yeniden başlatıyor adeta.

Buranın çoğu köylüsü gibi o da talandan, imarlaşmadan, yapılaşmadan şikayetçi. "Herkes kendine kendi yandaşına çalışıyor" diyor Musa Amca. "Asıl köylüyü düşünen yok."

Musa Dayı'nın direktiflerine rağmen gene yolu karıştırıyoruz (: Ancak artık daha tecrübeliyiz. Geniş araziye 5 kişi 50 şer metreilk aralıklarla dağılıp, sadece bir kişinin bir kişiyi görebileceği şekilde tarıyoruz. 15 dakikalık bir arama sonucu yolu bulup yeniden vuruyoruz kendimizi. Kapaklı'nın altından geçip uzun süre tempolu devam ediyoruz.

                                                  Emre işaretle buluşmuş olmaktan mutlu
                                                   
Istlada Antik Kenti'nin de henüz bakir bırakılmış kalıntılarından ve bilmediğimiz ve şu an üstü toprakla örtülü kalıntılarının üzerinden oldukça tempolu bir yürüyüş tutturuyoruz. Hatta Seçkin'le yürürken sohbet ediyoruz. "Buraya sadece ahşap bir han kursak; gelen geçen burada konaklasa, soluklansa, yoluna devam etse..."

Musa amca sonrası yaklaşık 2 saat kadar sonra oturmalı bir mola verip parkurun hesaplamalarımıza göre son 2 buçuk 3 saatlik kısmına doğru yola çıkmaya başlıyorduk ki... Henüz 5 dakika bile yürümeden çok uzaklardan bir sürü ve havlama sesi gelmeye başlıyor. Biz bir şey olmamış gibi devam ediyoruz yürümeye ama havlama sesi git gide yaklaşıyor. Sonunda tam yürüyeceğimiz dar patikanın başına kangal kırması çoban köpeği tüm iriliğiyle endam-ı arz ediyor.

Doğanın tam ortasındayız ve karşımızda bize hırlayıp, dişlerini gösterip adım adım yaklaşan bir kangal var. Çoban da ortada yok.

İlk korkuyla önce bir sağa sola siper alıyoruz ama sonra tatlı dille sevecen tavırla yanına yaklaşmaya çalışıyoruz; daha da sinirleniyor. Tatlı dili bırakıp tehditkar olalım diyip üzerine yürüyüyoruz kaçırmaya çalışıyoruz geri 1 adım atıp daha çok sinirlenip daha da üzerimize geliyor. Havlasa gene iyi bu arada sürekli hırlıyor.

Çobana bağırışlarımız da sonuç vermeyince karşılıklı duruyoruz öyle yarım saat.

Neden sonra 8-9 yaşındaki minik çoban şaşkınlıkla ortaya çıkıyor. Dağın başında 5 tane adam karşılarında da onlara hırlayan çoban köpeği...

Çocuk köpeği boynundan tutarak geçmemize izin veriyor. Ama biz kaybettiğimiz zamanla kalakalıyoruz.

Havanın da kararmaya başlamasıyla Boathouse'tan acaba bizi ataca bir tekne bulur muyuz diye düşünüyoruz. Yürüyüş tempomuzu arttırıp bir an evvel Boathouse'a varmaya çalışıyoruz.

                                        burası yıkık ev - Boathouse sandığımız yer değil (:

Yeni yapılmış bir binanın zeminini buluyoruz deniz kenarında; acaba burası Boathouse da yıkıldı mı yahu diye şüphe ediyoruz kendimizden. (sonradan blogda buradan "iskele" diye söz edildiğini okuduk) Biraz daha yürüyoruz ama Boathouse yok. Ben Boathouse'a henüz gelmediğimizi düşünüyorum ama etrafta da bunu destekleyecek bir kanıt bulamıyorum. Kamp atıp buralarda geceleyebiliriz ama Kaleköy'e de çok yakın mesafedeyiz. Akşam konaklayacağımız Mehtap Pansiyon'dan Saffet'le konuşuyoruz. Saffet'e Gökkaya koyunun altında bir yerde olduğumuzu söyleyince bizi almak için geliyor.

                                                            cennet gibi yerde bekliyoruz (:

Emre ile Sercan gün batmadan yüksüz bir şekilde Kaleköy'e ulaşacakları düşüncesinde ve isteğindeler. Bize eşyaları bırakıp yüksüz devam ediyorlar. Yaklaşık bir 20 dakika sonra Saffet bizi motoruyla alıyor.

"E siz gelmişsiniz zaten yolun zor kısmı bitmiş; önünüzde bir ova var koşarak bile geçerdiniz orayı" diyor (:

Bu arada aslında Boathouse'un bulunduğu koyun girişinde bekliyormuşuz.

Kısa bir yolculuk sonrası Caretta Carettalar eşliğinde Mehtap Pansiyon'un teleferikli iskelesine yanaşıyoruz.

Havanın kararmasına bir 5-10 dakika kala da Emre ile Sercan pansiyona varıyor. Onlar bir ekstra köpek tecrübesi ve Altuğ ve Mehmet'in blogda da bahsettiği geniş düzlükteki sarnıç karıştırmasını yaparak geliyorlar yanımızda.




Mehtap'taki turistler bizleri ilgiyle izliyor; yol hakkında sorular soruyor. Köpek olayı ve yanlış patika başta olmak üzere maceralarımızı dinliyorlar (:

İlk defa geldiğim Kaleköy'ün bozulmamış yapısı; yalnızca denizden ulaşılabilir olması ve müthiş manzarası beni büyülüyor doğrusu.

                                                       bi başka günde Kaleköy sabahı

Susuzluğu, zorlu yan patikası, köpeği ve motor yolculuğuyla çok keyifli bir macerayla dolu gün de burada bitiyor.

Bizim için 2 günlük bu acemi Likya Yolculuğu serüveni de bitiyor.

Geri kalan 2 günümüzü Kaleköy'de dinlenmeye ve Üçağız'a yürüyüp dönmekle geçiriyoruz.

4. Bölüm İçin Tıklayınız









17 Temmuz 2014 Perşembe

Yeni Başlayanlar İçin Likya Yolu - BÖLÜM 2 - KARAÖZ / GELİDONYA / KARAÖZ / DEMRE




"Yeni Başlayanlar İçin Likya Yolu Bölüm 1- Hazırlık" için tıklayınız


Sabah İstanbul'dan Antalya uçağına binmek üzerine yola çıktık.

Planımız Antalya havalimanından ayarladığımız transferle Karaöz'e geçmek; Karaöz'den transit olarak 3 saat civarında Gelidonya Feneri'ne çıkmak; fenerde 1 saat kadar dinlenip keyfini çıkardıktan sonra yeniden Karaöz'e inip ya Mavikent - Kumluca üzerinden Demre Andriake Kamp'a geçmek ya da Karaöz'de konaklayıp sabah minibüsüyle aynı güzergahı kullanarak kampa varmak.

Toplamda 16 km kadar süren bu gidiş - dönüş parkuru; tüm Likya yolunun en kolay parkurlarından biri olarak gösteriliyor. Her ne kadar 0'dan 200 metre seviyelerine çıkacak da olsak yolun ilk 6 km'si araba hemen hemen araba - traktör yolu. son 2 km ise dik bir çıkış yapacağız.

Aslında parkur Karaöz - Adrasan parkuru... Gelidonya'dan sonra Adrasan'a kadar zorlu bir parkur olarak gösterildiğinden genelde fenere çıkıp kampa atmak suretiyle geceyi orada geçirmek; sabah Adrasan'a devam etmek suretiyle gerçekleştiriliyor. Fenerdeki suyun pek temiz olmaması sebebiyle ve Adrasan'a kadar neredeyse su olmamasıyla tedarikli çıkılması gereken bir parkur.



Biz ilk defa çıkacağımızdan parkurun en kolay kısmını gidiş dönüş olarak değerlendiriyoruz.

Altuğ ve Mehmet bloglarında son derece kolay olarak bahsetmişler parkurdan ama onların gidiş yönüyle bizimkisi aynı değil; dolayısıyla Altuğ ve Mehmet'in koşaradım indiği o 2 km'lik dik kısmı biz inmek yerine çıkıyor olacağız. Bunun ne kadar yorucu olabileceğinden habersiz havalimanından transfer aracımıza binerek yaklaşık 1 buçuk saatte Karaöz'e vardık.

KARAÖZ

Mavikent'ten Karaöz'e giderken yörede "deniz obaları" olarak adlandırılan, kumun üzerine yapılan ahşap evlerin çok dikkatimizi çektiğini belirtmek isterim. Amerikan filmlerindeki evler gibi kazıkların üzerine inşa edilmişler.Çok değişik bir görünüm sağlıyorlardı.

Yine Mavikent'ten Karaöz'e uzanan o kıvrımlı yolun kenarında "Papaz Koyu" gibi çok güzel bir koy mevcut. Denizin yanında ağaçlar altında piknik alanlarının bulunduğu bu koyda kamp atıldığını da belirtelim.

Karaöz gerçekten çok çok ufak ama sevimli bir köy. Sahili açısından aslında biraz şansız. Çok güzel bir koy olmasına rağmen deniz kıyısında kayalar mevcut; bu da denizin ilk metrelerinin pek çekici olmamasını sağlıyor. Papaz ve Korsan Koyu gibi iki müthiş güzelliğe ev sahipliği yaptığı düşünülürse köyün kurulduğu sahilin bu durumu oldukça talihsiz.

Sahilde şoförümüzle vedalaştıktan sonra yükleri sırtımıza vurup başlıyoruz yürümeye.



İnsanı inanılmaz keyiflendiren bir aktivite olduğu daha ilk dakikalarda ortaya çıkıyor. Zindelik ve doğayla bütünleşme bedeni sarıp sarmalayıp tarifsiz bir mutluluk ortaya koyuyor. Şehrin gri binalarındansa gerçekten ait olduğunuz yerde bulunduğunuzu hissediyorsunuz.



Yola başlar başlamaz 4 kişilik bir orta yaş üstü grubun da yürüyüşü dikkatimizi çekiyor. Daha sonra yolda da sık sık yan yana yürüyeceğimiz bu ekip de yıllarca beraber yürümüş; yaşına aldanılmaması gereken son derece zinde bir ekip. Genç yaşta böyle bir aktivitede olduğumuz için bizi tebrik ettiler.

Peşpeşe hayrat ve çeşmelerden sonra Korsan Koyu'na varıyoruz. Müthiş bir koy. 7-8 genç mangal yapıp şarkı söylüyordu biz vardığımızda. Dönüşte burada denize girmek üzerine karar alıp yola devam ediyoruz.





Toplamda 1 - 1 buçuk saat yol yürüdükten sonra rampa çıkmaya başlıyorsunuz. Özellikle ikinci rampa oldukça güneş altında. Uçaktı - transferdi derken yürüyüşe 10:30 gibi geç bir saatte başladığımızdan saat 12:00 güneşini tepemizden yiyoruz. İkinci rampada güneşle mücadele ederken "bu gerçekten en kolay parkur mu" diye düşünüyor insan. Ama en ufak bir sızlanma bile yok ekipte.



Gelidonya Feneri

Toprak araba yolunu takip ettikten sonra ve toplamda 2 saat gibi bir yürüyüşün ardından son 2 km'lik patikayı yürümek adına soldaki tabeladan içeri giriyorsunuz. Bu patikanın son 500 metresinin ciddi olarak dik bir çıkış sağladığı bizden sonra fenere çıkan ve dili dışarıda ekiplerin durumuyla daha da pekişiyor. Benim iki günlük yürüyüşümüz boyunca en çok zorlandığım kesit burası oldu. Hem ilk gün hamlığı; hem uçak vs. yorgunluğu / uykusuzluğu, hem de dik tırmanış birleşince sık molalarla en son tepeye çıkan ben oluyorum ekipten.





Çıktığınız an ise her şey sona eriyor. Geçekten Türkiye'nin en güzel manzaralarından ve ortamlarından biri...

Fenerin Karaöz tarafındaki alanında gölgeye atıyoruz kendimizi. Saat 2-2 buçuk civarı. Çantalardan bal; kruvasan, yemiş benzeri yiyeceklerimizi çıkarıp tüketiyoruz. Ciddi bir rüzgar estiğinden üstümüze başımıza dikkat ediyoruz.

Yemek sonrası fenerin Adrasan tarafına geçtiğimizde ise yaprak kıpırdamadığını farkediyoruz. Oradaki çimenlik alanda iyice yayılıyoruz. Bizim haricimizde iki yabancı ve yolda karşılaştığımız dört büyük usta var.

Bizden biraz sonra da Gaziantep'ten gelen 3 başka yürüyüşçü kamp atmak için varıyorlar. Ertesi sabah Adarasan'a devam edeceklermiş. Üçağızdan parkur parkur ulaşmışlar fenere. Son dik tırmanışın bizim ertesi gün çıkacağımız daha zorlu rotanın en dik çıkışı olan Kapaklı çıkışından bile daha zorlayıcı olduğunu söylüyorlar.

Bir saat kadar bu müthiş manzarayla mest olduktan sonra daha fazla oyalanmamak adına yola tekrar koyuluyoruz.

Dönüşte Altuğ ve Mehmet'in jet gibi indiği 2km'lik yolu biz de jet gibi inerek aşağı yukarı 40 dakikada yeniden toprak yola çıkıyoruz. Güneşin altında bir süre gittikten sonra grubun en yüklüsü olarak ipleri de yamulan kamp çantamı ekibin en genci ve cengaveri Sercan'a teslim edip sadece çadır taşıayarak yola devam ediyorum. İlk defa ekibin en arkasında değil en önünde gitmeye başlıyorum. Buradan da anladığımız gibi yük dağılımı ve sırtınıza aldığınız yük en kilit noktalardan biri yürüyüşün. Eğer günler sürecek bir yürüyüşe çıkmayacaksanız en mantıklısı sırt çantası boyutunda hazırlanıp toplamda 6-7 kiloluk bir yükle çıkmak. Yürüyüş esnasında doğanın ortasında önde tek başıma ilerlerken bir telefon sesi gelmeye başlıyor. Etrafa bakıyorum kimse yok; benim telefon zaten böyle çalmıyor... Çantanın sağını solunu kurcalıyorum ama bulamıyorum sesin geldiği yeri. Boğuk da bir ses... Kafayı mı yedim acaba diye düşüne düşüne yola devam ediyorum.



Korsan koyuna vardığımda öğlen çıkışın aksine büyük bir kalabalıkla karşılaşıyorum. Çadırlar, kamyonlar, denize girenler, kağıt oynayanlar, çay demleyenler... Bu kalabalıkta denize girmek gelişte olduğu kadar sarmıyor açıkçası. Denize nazır bir kayalığa sırtımı dayayıp ekibin varmasını bekliyorum. İlk varan Seçkin oluyor. Şahin'in telefonunu bulamadıklarını haberim olup olmadığını soruyor. Detaylı bir incelemeden sonra fermuarı bozuk diye kullanmadığım alt gözde Şahin'in telefonunu buluyoruz. Telefonun bulunduğunu haber verip ekibin gelmesini bekliyoruz. Meğer kendi çantası sanıp benim çantaya atmış telefonu.

Bu bekleme ve molalar dolayısıyla Demre'ye akşam yetişememe endişemiz başgösteriyor. Korsan Koyu'nda bir kamyona otostop çekip bizi atmasını rica ediyoruz; jandarma kontrolü olabileceğini öne sürüp bizi Karaöz'e dek bırakıyor. Bozuk yolda hop zıplayıp hop kalkıp geçirdiğimiz yolculuk oldukça keyifliydi.



Karaöz'e indiğimizde ertesi sabahki minibüsü beklememek adına bir araç bulmaya çalışıyoruz. Bu esnada Şahin'in telefonunu vermek için elimi çantaya attığımda telefonun yerinde olmadığını farkediyorum. Telefon da çalıyor ama açan yok. Korsan Koyu'nda kamyona binerken düşürdüğümüzü tahmin ederek bizi Mavikent'e Demre arabalarının geçiş güzergahına bırakacak dayıyla beraber önce Korsan Koyu ziyareti yapılıyor. Telefon denizin kenarına atılmış masada demlenen amcalar tarafından güvenceye alınmış. Teslim ediliyor.

Oradan araçla yolculuğumuzu tamamlayıp Demre otobüsüne biniyoruz.

Demre otogarda iniyoruz ama taksi yok maalesef. Bir şekilde esnaftan taksi buluyoruz. Taksi bizi iki seferde Andriake Kampinge atıyor. Güneş kararırken çadırları kurup yemeğe yumuluyoruz (:





"Yeni Başlayanlar İçin Likya Yolu Bölüm 1- Hazırlık" için tıklayınız

3. Bölüme Devam Etmek İçin Tıklayınız




29 Mayıs 2014 Perşembe

Yeni Başlayanlar İçin Likya Yolu - BÖLÜM 1 - HAZIRLIK


Küçüklüğünden beri her sene Şile'de arazide ya çadır kurmuş ya dalga sesleriyle kulübede uykuya dalmış biri olarak; 3 sene evvel arazinin elden çıkması bünyeyi fena vurdu.

Doğa seven, çadırdan hoşlanan, "çekirgeye zıpla örümceğe tut" diyen bir şahıs olarak üç senenin sonunda kendimi doğada gezinme hayalleri kurarken ya da çadırda konaklama rüyalarında bulduğumda bir şeyler yapmam gerektiğini farkettim. Hiç tereddütsüz gitmem gereken destinasyon belliydi: Likya Yolu...

Kafamda destinasyon belli olduğu anda araştırmalara başladım. Ne yalan söyleyeyim sevgili Altuğ ve Mehmet'in blogu; hem ihtiyaç duyduğum gazı sağlaması hem de parkur parkur en ayrıntılı bilgilerle donanmış olmasıyla bilgisayar başından yola çıkardı beni.

Toplamda 500 kilometreyi aşan ve Ölüdeniz - Ovacık'tan başlayıp Antalya Hisarçandır'da biten bu yolun iki "kolay" parkuruyla bir başlangıç yapmak istedim.

Likyayolu.org'dan ve başka kaynaklardan yaptığım araştırmalar sonucu Likya Yolu'nun en güzel ve sembol manzaralarından olan Gelidonya Feneri'ne çıkışın da yer aldığı Karaöz - Gelidonya Feneri (8km) ile başlayıp; Demre - Kaleköy (16km) etabıyla devam etme kararı aldım.



Likya Yolu görüntülerini ofisten arkadaşlarıma gösterdiğimde onlara "gelin" bile dememe gerek kalmayacağını biliyordum; keza öyle de oldu. Sercan, Emre, Seçkin ve Şahin ile birlikte düştük yollara ve hayatımızın en güzel tecrübelerinden birini yaşadık.



Burada da bizim gibi ilk defa yola çıkacaklar için kendimizce püf noktalarını toparlamaya çalışacak; yolculuklarımızdan da pasajlar sunmaya çalışacağım. 

Yazı dizisinin sonunda WOW oyuncularına özel bir anlatımla da konuyu yeniden ele alacağımı belirteyim.

1) HAZIRLIK

Genelde parkurların mevsimi bahar ve sonbahar ayları. Kışın da çıkan var ama yazın genellikle aşırı sıcak sebebiyle çok daha az tercih ediliyor.

Yola çıkmadan önce yanınıza almanız gereken şeyler var.

Eğer siz de bizim gibi 2-3 günlük toplamda 2 parkurlu bir seyahte çıkıyorsanız ihtiyaçlarınız limitli demektir. Şunları yanınıza almanız faydalı ve yeterli olacaktır:

1) Sağlam bir yürüyüş ayakkabısı.

Her ne kadar Seçkin'in Adidas Superstar'ları müthiş bir sınav vermiş olsa da kilometrelece yolu 100 kilonun üzerinde bir insan olarak su toplaması ya da taban ağrısı olmadan çıkarmamı sağlayan şey ayakkabı seçimiydi. Ben ileride de yürüyüşlere devam edeceğimi hissederek hafif tuzlu da olsa bir Asolo Reston aldım kendime.



Her kuruşuna değdiğini söyleyebilirim. "Ekonomik bir bütçeyle yola çıkayım masrafa sokma beni şimdi" diyorsanız ekipten Emre'nin de tercih ettiği Quechua'nın ayakkabılarını tercih edebilirsiniz. Decathlon'da oldukça uygun fiyata satıyorlar ve çok da iyi bir sınav verdiler. Çok kez kaya vb. zeminin üzerinden geçeceğiniz için bu kayaların ayakkabınızı parçalamasını önleyen "çarşak bantı" uzun vadeli ayakkabı yatırımlarınız için çok önemli.

2) Kullanışlı bir sırt çantası

Biz arkadaşlarımızla oldukça ağır ve teferruatlı kampçı çantalarıyla yola çıktık. Ancak başta da söylediğim gibi 2-3 günlük bir geziye çıkıyorsanız bunun oldukça gereksiz olduğunu göreceksiniz. Bizim düştüğümüz bu hataya siz düşmeyin. Ne kadar hafif olursanız o kadar rahat yürürsünüz. İçine her backpacker'ın ihtiyacı olan 2-3 tişört, deniz şortu, terlik, iç çamaşırı ve çorap gibi temel aksesuarların bulunması yeterli.Tabii bir de dikenli rotalar için bacaklarınızı örten bir eşortman vb. Ekleri de zaten altta açıklayacağım.

3) Polar

Akşam doğada olacaksanız ya da Gelidonya Feneri'ne terli terli çıkınca rüzgarı yiyecekseniz bir polar atın çantaya. Gece çadırda üşeyenler için de birebir. 

4) İsviçre Ordu Çakısı

Her derda deva, burada da yanınızda.

5) Çadır

2-3 günlük yürüyüş parkurunda, seçtiğiniz etaplara da bağlı olarak pansiyon ya da otelde de gecelemeniz mümkün. Ancak çadır ve kamp hasreti çekenler için çadırda konaklama yapabileceğiniz bolca alan ve kamp alanları mevcut. Bu fikirdeyseniz ağır borulardan oluşan ve zor taşınan bir çadırdansa hafif (1-1,5 kg'lik) bir çadır; ya da ağır olmasına rağmen (2,5 kg) 4-5 saniyede kurulan ve 1 dakikada toplanan Quechua 2 Seconds Tent'i tercih edebilirsiniz (ki ben bunu tercih ettim).



Çadır gelince otomatik olarak mat ve uyku tulumunu da taşımanız gerekecek tabii..

6) En az 1 buçuk litrelik metal matara / termos

Bulundurduğunuz suyun serin kalması ve kolay muhafazası için metal termos / matara bulundurmayı kesinlikle atlamayın. 6 saatlik muhafaza eden en ucuz versiyonlar bile iş görecektir. 

7) Temel tıbbi ihtiyaçlar

Ağrı kesici, merhem, sinek ve böcek kovucu, aspirin, bandaj, alerjik bünyeler için gerekli ilaçlar, yara bandı ve güneş kreminden oluşan seti siter herkes teker teker ya da bir seti ekibe dağıtarak taşımanız mümkün.

8) Baton

Olmazsa olmaz değil ama hele kilonuz varsa, ağır taşıyorsanız ya da kondisyonunuz varsa bir can kurtarıcı olacaktır. Duruma göre 10 - 20 kg bile alabiliyor yükünüzü saniyede ve emin olun uzun yürüyüşlerde bu çok büyük bir yardım.

9) Şapka




10) Gıda maddeleri

Konserve vs. ile çantayı doldurup ağırlık yapmayın. Zaten akşam yerleşim yerinde olacaksanız orada atıştırabilirsiniz. Sabah ve öğlen yemekleri mühim. Hem ağırlık yapmayan hem de doyurucu olması ve enerji vermesi açısından benim tavsiyem yanınıza paketli satılan 8'li ya da 12'li lavaşlar ile tüp bal veya tüp çikolata, ceviz, fındık gibi yemişler almanız. Hem tok tutacak hem de anında enerji verecektir bu yiyecekler.

11) Fener

Kafa lambaları daha da kullanışlı oluyor çadır içinde ya da karanlıkta kamp alanında ufak bir yürüyüşe karar verdiğinizde.

12) Harita

Bahsettiğim blog ve internetteki kaynaklardan parkur için elektronik olarak rotayı telefon ya da GPS'e indirebileceğiniz gibi harita indirmeniz de mümkün. Yine Likya Yolu'nun canlanmasını sağlayan Kate Clow'un Likya Yolu kitabında da ayrıntılı bir harita mevcut. (Pandora'da var)

13) Kibrit / Çakmak
14) Pil
15) Torba

Çöpünüzü muhafaza etmekten tutun kirlileri ayırmaya dek çok amaçlı...

16) Şarj Cihazınız
17) Islak mendil ve diş fırçası gibi kişisel temizlik eşyalarınız.
18) Güneş Gözlüğü 


Tüm bunları sağladıysanız ve hangi etapta yürüyeceğinizi de seçtiyseniz sıra geldi yola düşmeye...




14 Mart 2014 Cuma

Londra'da 11 Nokta ve Dikkat Edilmesi Gereken Hususlar

2014 Şubat'ta Bengi'yi ziyaret ettiğim 8 günlük Ada yolculuğumu gün gün anlatmak yerine, daha önceki Londra ziyaretimi de göz önüne alarak gidilip görülmesi gereken ana yerler ve buralarda tadılması gereken lezzetleri sıralamaya çalışacağım.

Dikkat edilmesi gereken hususlara direkt geçiş yapmak isteyenlerin sayfanın en altına gitmesini tavsiye ederim.

Özellikle 1 - 6 arasındaki destinasyonların sırasıyla gidildiğinde birbirine yakın bir yürüme rotası çıkarabildiğini de eklemek isterim.


Londra


1) Tower Bridge - Tower of London

Londra'da en çok fotoğraflanan yerlerden biri olan Tower Bridge, alışılagelmiş "köprülerden" biri değil. (:



1894'te yapımı tamamlanan bu köprünün düşünülenin aksine "Londra Köprüsü Yıkılıyor Yıkılıyor Yıkılıyordu" şarkısının (London Bridge is Falling Down adlı eser) özel olarak bu köprüyle bir alakası yoktur. Çok çeşitli Londra köprülerinin yıkılması fantezisi üzerinden bestelenmiş bir eserdir.

Hemen yanı başında duran Tower of London, her ne kadar ağalar paşalar saray sisteminde takılsın diye inşa edilmiş olsa da kurulduğu 1066'dan 1952'ye kadar çoğu zaman zindan olarak hizmet vermiştir.



Ulaşım: Her ikisi için de metroda Tower Hill istasyonunda inebilirsiniz. (Circle ve District Line - Mind the Gap please)

Yine tren hatlarının pek çoğu da buraya bağlanmaktadır.

Yemek:

Tower Hill'den güney kısmına geçip sağa döndüğünüzde ulaşacağınız ilk köprü olan London Bridge'in ucunda Borough Market vardır.



Bu pazardaki envai çeşit yiyecekçilerden istediğinizi yiyebilirsiniz.

Benim tercihim muhteşem Bratwurstlarıyla "German Deli" olacaktır. (4,50 pound)



Burada tüm Londra'nın en ucuz ve en lezzetli yemeklerini bulabilirsiniz. (Camden Town ile birlikte)

Okyanus istiridyeleri de cabası (tanesi 1,50 pound)



2) Bankside (Tate Modern - Shakespeare's Globe - St. Paul's Cathedral)

Tate Modern, içerisinde mevsimlik değişen galerileri hariç, ücretsiz ziyaret edilebilen bir müze. Hakkıyla gezmek isterseniz kolaylıkla 4-5 saatin geçirilebileceği bir yer.



Ücretsiz olarak Gauguin, Picasso, Monet, Dali gibi dünya sanatına damgasını vurmuş ressamların eserlerinden turun modern sanatın en çarpıcı çalışmalarına dek çok geniş bir skalada sanat eserlerini incelemeniz mümkün.

Shakespeare's Globe ise Tate Modern'e doğru doğu tarafından yürürken hemen solda, orijinal "Globe Theatre"'ın bulunduğu yerde 1997 yılında hizmete açılmış, ortaçağ kokan bir tiyatro. 1599'da yapılan ve yangın sonrası 1614 yılında yeniden yapılan aslına sadık kalarak inşa edilmiş olduça farklı bir atmosfer sağlayan bir yer. Buranın ilginç sahne düzenini görmek adına güzel bir oyun izlemenin fırsatını yakalarsanız kaçırmayın derim.



St.Paul's Cathedral, Tate Modern'in tam karşısında, uzaylı eseriymiş gibi inşa edilmiş Millenium Bridge'in diğer yakasında. Oldukça ihtişamlı bir katedral.



Ulaşım: Direkt St Paul Katedraline gidiyorsanız Circle Line veya District Line kullanarak buranın birkaç dakika uzağındaki Blackfriars istasyonunda inebilirsiniz. Bir önceki adımdaki Tower Bridge istasyonundan yaklaşık 15-20 dakika yürüyüşle ya da güney kısındaki London Bridge istasyonunda Jubilee Line veya Northern Line kullanarak Tate Modern'in 5-10 dakikalık bir yürüyüş uzağında inebilirsiniz.

Yemek: 

London Bridge ile Soutwark Bridge arasında nehre sıfır "Old Thameside Inn" hoş yemekleri olan ve klasik olarak envai çeşit bira sunan güzel bir pub.



Yaz aylarında nehir kıyısındaki masaları ayrıca tercih sebebi.

3) London Eye- London Dungeon - London Aquarium

Londra'nın en ünlü turistik atraksiyonlarından sayılan bu 3'lü, hemen herkesin aşina olduğu, dönme dolap şeklinde şehri kademe kademe izleyebileceğiniz "London Eye"la özellikle dikkat çekiyor. (20 pound)



Yine aynı yerde London Dungeon ve London Aquarium'a uğramak mümkün. Özellikle çocuklarınız varsa London Aquarium'a uğramanızı öneririm.

Bu 3'üne ait biletleri kombine olarak da gerek internetten gerek oradaki gişelerden edinebilirsiniz. Yanında ek atraksiyonlar da oluyor genelde.

Yine burada birçok sokak performansını da izlemeniz mümkün. Hemen karşıda çaprazda ise ünlü "Westminter manzarasını" göreceksiniz. Parlemento binası ve Big Ben Londra'nın diğer ünlü kartpostal artistleri olarak size güzel bir manzara sunacak buradan.



Ulaşım:

Waterloo İstasyonu sayesinde Bakerloo, Northern Line, Jubilee, Waterloo & City Line hatları kullanarak bu alana ulaşabilirsiniz.

4) Westminster Palace ve Big Ben

Londra'nın bu en ünlü yapılarını gezmek, parlemento binasındaki görüşmelere şahit olup lordlar kamarasını ve avam kamarasını görmek şüphesiz ilgi çekici.

Big Ben saat kulesinin turistlere kapalı olduğunu, daha doğrusu İngiliz vatandaşları dışındakilere kapalı olduğunu ise belirtmek isterim.

Ulaşım:

Westminster Tube Station: Circle - District - Jubilee


5) Embankment - Covent Garden - Piccadilly Circus - Trafalgar Square

Merkez Londra'nın en çok vakit geçirilen yerleri buraları desek yalan söylemiş olmayız.

Özellikle yürüyüş rotasını takip ettiyseniz London Eye'ın hemen kuzeyindeki Hungerford Bridge üzerinden bol restoranı ve mağazasıyla Embankment'a ulaşabilirsiniz. Burada ünlü Villiers Street dışında bizdeki dikilitaş benzeri Cleopatra's Needle, Savoy Şapeli ve Savoy Oteli, Victoria Embankment Bahçeleri vb. güzellikleri gezebilirsiniz. Biraz kuzeye çıktığınızda ise ünlü Covent Garden'a varacaksınız. Burası ve etrafı Londra'da gidilip görülmesi gereken ilk yerlerden olarak gösterilir. Dükkanları, restoranları, barları, pubları, sokak gösterileri ve çalgıcıları ile her daim hareketli bir bölgedir.

                                          misal bu adam üfürdükçe aletten alev çıkarıyor.

Eskiden sebze marketinin bulunduğu yarı kapalı alandaki küçük dükkanlar ve restoranlar özellikle güzel.

Buradan batıya doğru döndüğünüzde ünlü meydanlar Piccadilly Circus ve Trafalgar Square'i gezmeniz mümkün. Her iki meydan da heykelleri, sokak sanatçıları ve aktiviteleriyle Avrupa'nın sevdiğim yönü olan "meydan külltürünü" sonuna dek yaşatan noktalar.

Ulaşım:

Yürüyüş yolunu takip etmediyseniz;

Embankment: Embankment Station (Circle - District - Northern - Bakerloo)
Covent Garden: Covent Garden Station (Piccadilly Line)
Piccadilly Circus: Piccadilly Circus Station (Bakerloo - Piccadilly Line)
Trafalgar Square: Charing Cross station (Northern Line - Bakerloo)

Şunu da belirtmek lazım; eğer bu dört istasyondan birine geldiyseniz gezilecek diğer 3 yere 5-10 dakikalık yürüyüş mesafesindesiniz demektir.

Yemek:

Her ne kadar masa bulamadığımızdan oturamasak da Embankment'ta bir mahzende yaşamını sürdüren Gordon's Wine Bar'ı klostrofobik olmayan okuyuculara tavsiye ederim. Müthiş bir ortam var.

Özellikle Covent Garden etrafındaki publar çok hareketli ve eğlencelidir. Bunlardan Porterhouse, kat kat labirentimsi yapısı, onlarca çeşit birası, loş ortamı ve yemekleriyle en öne çıkan mekanlardan... Kendi ale'leri olan Porter's nefis bu arada. Yine Covent Garden Market içinde kazan kazan paella yapan abiler veya önündeki sokak yiyecekçileri bir seçenek olabilir. Nefis Uzakdoğu mutfağına teslim olmuş Londra'nın en iyi Uzakdoğu restoranlarından Busaba'nın da Covent Garden'da bir şubesi bulunuyor.

Burada Pad Thai yemek ya da kalamarının tadına bakmak için defalarca uğranabilir. Masalar büyük kareler şeklinde, yabancılarla birlikte dirsek direseğe ya da karşı karşıya oturacaksınız. Baştan tuhaf gelse de yemekler gelince karşınızda oturan Çinli arkadaşı unutuyorsunuz.

Pad Thai çok güzel demiş miydim?




6) Leicester Square - Oxford Street - Soho - China Town

Haritanızı açın ve alt ucu Leicester Square İstasyonu, üst kenarları ise Tottenham Court Road ve Oxford Circus olan bir üçgen çizin.

Covent Garden'ın kuzeyindeki bu üçgen, 5 numarada belirttiğim turistik mekanların yanı sıra Londra'da en çok ziyaret edilen diğer merkez Londra semtlerini kapsıyor.

Özellikle ters üçgenimizin tepesindeki geniş çizgiyi oluşturan Oxford Streeti yurtdışına gittiğinde "Burası da bizim Bağdat Caddesi" diyen arkadaşların gönül rahatlığıyla bu cümleyi kurabilecekleri bir cadde. Dünyanın en ünlü markalarının mağazalarını bu caddede bulabilmeniz mümkün. Bu caddenin bir başka özelliği hemen her zaman bir kısmında yol çalışması vs. olması veya inşaat halinde olmasıdır.

Üçgen alta doğru daraldıkça Londra gecelerinin çılgın semti, seks shopların her türlü alternatif dükkanın, vs.'nin bulunduğu Soho'ya varacaksınız. Buradaki tasarım dükkanlar ve restoranlar oldukça ilgi çekici.

Hemen altında, vitrindeki ördekleri, kendilerine ait manavları ve dükkanlarıyla kendinizi adeta Çin'de gibi hissedeceğiniz China Town mevcut... Üçgenin ucunda ise yine hoş dükkanları ve Holborn'la arasında barındırdığı minik gizli hoş alışveriş sokakları ile Leicester Square mevcut.

Özellikle müzikal sevenler için pek çok müzikalin ve tiyatronun oynandığı büyük salonlar genelde buralardadır.



Gece çıkacaklar ve alışveriş sevdalıları için 6 numaradaki bu semtler özellikle önerilir.

Ulaşım:


Yukarıda da belirttiğim gibi;

Leicester Square: Leicester Square Tube Station (Piccadilly Line - Northern Line)
Oxford Street: Tottenham Court Road Station (Central Line - Northern Line)
                        Oxford Circus Station (Central - Victoria - Bakerloo Line)

Yemek / Gece Hayatı:

Pek çok ünlü barın ve restoranın olduğu bu noktada size enteresan konseptte bir yerden bahsetmek istiyorum. Soho'da bulunan Ronnie Scott's Jazz Club, önceden rezervasyon yaptırmanızın şart olduğu, hafif distopik eserlerdeki 1930'lu yılların caz kulüplerini hatırlatan bir formatta dekore edilmiş enteresan bir yer... İlk olarak 1959'da açılmış, şimdi Frith Street'teki yerinde ise 1965'ten beri hizmet veriyor. Sıklıkla dünyaca ünlü sanatçıların konser verdiği ve haftanın her günü tıklım tıklım dolan caz performanslarına ev sahipliği yapan bu kulüpte ya hemen sahnenin önündeki masalarda ya da sağda solda ve arkada bulunan locamsı, Roma senatomsu oturma gruplarında performansı takip ediyorsunuz.

İlk performans 19:30 gibi başlıyor, ana performans 21:00 gibi başlayıp 23:00 gibi sona eriyor; en sonunda ise gecenin ilerleyen saatlerine dek süren bol jam session'lı hareketli sistemler boy gösteriyor.

Burası biraz tuzlu hazırlıklı gidiniz. (Ana yemekler 15- 20 pounddan başlar, kokteyller 10-12 pound civarına servis edilir)

Aslında bir şubesi de Covent Garden'da olan; ama Oxford Street'te iki şubesiyle boy gösteren Ben's Cookies'e rastlarsanız girmeden dönmeyin.Hatta zorla kendinizi bu dükkana rastlaştırın.



Bir kurabiye diyip geçmeyin; acaip lezzetli kurabiyelerle "ya biraz daha yesek" diye dolanacaksınız ve bana teşekkür edeceksiniz. Benim favorim portakallı ve çikolata damlacıklı olan (2-3 pound civarı bu kurabiyeler) Mmmph. Nefis.

China Town civarında olacağınız için burada orijinaline en yakın Çin, Japon, Kore, Thai restoranlarına uğrayabilirsiniz.

Yine Oxford Street civarında olduğu gibi pek çok yerde de şubesi bulunan Byron, burger hastalarını memnun edecek cinsten lezzetleri size sunuyor olacak. (Burgerler 8-10 pound civarı) Ama burger adada İskoçların işidir, hatırlatmakta fayda vardır.



Soho'da Hakkasan, Opium, French House gibi barlar ve Madame Jojo, St Moritz gibi clublar tercihiniz olabilir.


7) Portobello Road

Şehrin batısında, Notting Hill'de bulunan bu upuzun sokak, hafta boyu kurulan ama özellikle cumartesi devasa bir hale dönüşen sokak pazarıyla dillere destan... Sağlı sollu bohem dükkanlar, sanat galeriler, alternatif butikler ve lokantalar da yine hoş bir gün geçirmenizi sağlayacak cinsten.

Ulaşım:

Notting Hill Gate Station: Circle - District - Central


8) Camden Town

Bütün Londra'da en sevdiğim yer diyebilirim. Punk - gotik havaları, sürreal sanat çalışmaları, sokak satıcıları ve yemekleri, dehliz tarzı alışveriş merkezleri vesairesiyle kült...



Benim gibi alışveriş meraklısı olmayan bir adamı bile en az 5-6 saat dükkan gezdirebilen Stable ve pasajlar, her türlü "seksi" eşyanın satıldığı Cyberdog, nehir kenarındaki bit pazarları, caddenin sağındaki ve solundaki binaların dekoasyonu ve dış noyaları, grafittiler, merkezdeki sokak yiyecekçileri ile tüm günü geçirebileceğiniz acaip bir yer.





Unutmadan Londra'dan alacağınız ıncık cıncık hediyelik eşya için en doğru adres burasıdır. Bir magnet'in 3,50 pound olduğu yerlerden sonra aynı magneti burada 65 pence'e alabildiğinzi görünce gözünüz döner. (Özellikle sırtınızı Cyberdog'a verince hemen karşısınızda solda göreceğiniz dükkan için bana teşekkür edeceksiniz.)

Ulaşım:

Camden Town Station : Northern Line

Yemek:

Burada bir tür İspanyol tatlısı olan, çıtır çıtır hamurun çikolataya daldırıldığı Churros'lardan tadabilir ya da her türlü sokak yemekçisinden karnınızı doyurabilirsiniz.



Benim tercihim bıyıklı teyze ve eşi tarafından yapılan Polonya sosisleri Kielbasa...



Rahmetli Amy Winehouse'un da sıklıkla takıldığı The Hawley Arms isimli pub da Amy'nin resimleri ve sakin havasıyla uğramanız gereken yerlerden.


9) Hyde Park 

Şehrin akciğeri, yazın gidildiğinde güneşleneni, piknik yapanıyla, serin havalarda sporunu yapan, kitap okuyan, yürüyüşünü gerçekleştireniyle tam bir kent parkı...

İçinden geçen nehrin yanında huzur bulabilir ya da hemen her yerden çıkabilen sincapları izleyebilirsiniz.




Ulaşım:

Kuzeyden: Queensway :  Central
                 Lancaster Gate: Central
                 Marble Arch: Central

Güneyden: Knightsbridge: Piccadilly Line
                  Hyde Park Corner : Piccadilly Line



10) Greenwich

Londra'nın güneydoğusunda bulunan bu minik kasaba, Londra'yı karşıdan gören manzarası, yemyeşil tepeleri, viski şişelerinden bildiğimiz Cutty Sark gemisi, nehir kenarı ve en önemlisi ilkokuldan beri bildiğimiz baş meridyenin geçtiği yer ile ünlü ve gezilesi bir nokta...




Bu ufak kasabaya kadar gelmişken Queen Ann Court, müthiş tavanıyla Painted Hall ve Chapel gezilmesi gereken ilk yerler...




Yine tepeye tırmanıp Londra manzarasını da izleyebileceğiniz ve hayali olarak buradan geçtiği kabul edilen baş meridyenin bulunduğu nokta ve içinde bulunan astronomlara ait müze. (Buradaki Camera Obscura'yı mutlaka görün derim)





Ve önünde Amiral Nelson'a ait dünyanın en büyük şişe içi gemisi bulunan Denizcilik Müzesi de burada ziyaret edebileceğiniz yerlerden.




Burada yeşil ve kırlar o kadar güzel ki, özellikle müsaade eden havalarda burada hem oksijen dolu zaman geçeirebilir hem de doğaya kıra kendinizi vurabilirsiniz. (Eğer İskoçya'ya gitmiyorsanız (:: )


                                                           hani tarihi siluet?



Ulaşım:

Buraya metro (tube) olmadığından trenle yani DLR ile gelmemiz gerekiyor. Bank station'dan direkt olarak Greenwich'e gelebilirsiniz. Daha pahalı ama keyifli bir yöntem olarak Tower Bridge tarafından feribotla Greenwich limanda inmeniz de mümkün.

Yemek:


Nehire sıfır konumlanmış biraz da fiyatları tuzlu Trafalgar Tavern ve hemen Cutty Sark'ın önünde nehir kıyısında bulunan burgerci Byron , tavuğun ustası Nando's ve Amerikan İtalyan Franky & Bennie's tercih edebileceğiniz ortalama ve ortalama üstü mekanlar...




11) Shoreditch 

Doğu Londra'nın bu yeni gelişen, hipsterperver bohem mahallesi, Soho'dan sonra gece hayatında da önemli yol aldı.

Gece gezmeleri ve eğlenceleri için buradaki kulüp ve barları da tercih edebilirsiniz. The Book Club, Cargo, East Village gibi clublar, Happines Forgets ve Prague gibi barlar tercih edilebilir.

Ulaşım:

Liverpool Street: Central - Metrpolitan - Circle - Hammersmith & City

Yemek:

Buradaki hoş ufak restoranların dışında gece bar sonrası bastırması için Seyfi Abi'nin Kingsland Road'daki döner dükkanı "Kebab Zero"'ya takılabilirsiniz. Bildiğiniz gibi döner takıntılı bir insanım ve bir şeye benzemese de her yurtdışına çıktığımda mutlaka bir döner götürmeye çalışırım.

Yurtdışında yediğim en iyi döner Seyfi Abi'ye aitti. Adanalının biri gelmiş yemiş de yemiş derseniz zayıf bir ihtimalle olsa da hatırlama şansı var. Ama bence hatırlamaz. Yine de siz bir deneyin :P

12) British Museum

Üzerinde güneş batmayan imparatorluğun zamanında hakim olduğu ve ülkemiz dahil dünyanın hemen yerinden söktüğü, zaman zaman yürüttüğü tarihi eser vb.lerinin bulunduğu devasa bir müze.



Hakkıyla gezmek için neredeyse tüm günün feda edilmesine gerek olan bu acaip müzede tarihin aklınıza gelen hemen her dönemini ve doğrafyasını inceleyecek materyale ulaşabilirsiniz. Özellikle Mısır ve Antik Yunan için devasa kısımlar var.




Ulaşım: 

Russel Square: (Piccacilly Line)
Holborn (Central - Piccadilly Line)

Yemek:

Önünde bir seyyar arabada sosis vs. satan adam var. Ondan bir şey almayın yarım saatte hazırlayamaz. (kahve bile)

 Efendi gibi müzenin içinden yiyin.



-- Bu arkadaşların yanında Buckingham Sarayı, Brick Lane gibi başka yerler de var. Ben gitmediğim için uzun uzadıya anlatmadım. Sizlerin aklında olsun.


--------------------------

Londra'da dikkat edilecek hususlar:

- Uçaktan iner inmez hangi havalimanı olursa olsun inceden bir sorguya çekileceksiniz. Nerede konaklayacağınız, kaç gün kalacağınız ve neden geldiğiniz hususlarında net cevaplar verdiğiniz sürece sıkıntı yok. Ve evet, parmak izinizi de alacaklar.

- Heathrow için Heathrow Express ya da metro; diğerleri için otobüs daima güzel taşıma yollarıdır. Otobüsler genelde oldukça merkezi bir istasyon olan Baker Street'te bırakırlar.

- Easy Bus'lar önceden rezervasyonu yapılması gereken ve bir bavuldan fazlasını araca yükleyemediğiniz ucuz havalimanı taşıma servisleridir. Hayır bunu kullanmak için Easy Jetle uçuyor olmanız şart değil.

- Londra'da gezerken bizdeki Akbil'in benzeri olan Oyster Cardları kullanmanız avantajlıdır. Hem metro girişinde hem çıkışında bu kartı ilgili sensörlere okutmayı unutmayın. Evet Londra'da ulaşım pahalı bizim paraya göre (:

- Çift katlı otobüsler iş çıkış saatleri haricinde oldukça iyidir, gideceğiniz yere gidiyorsa kullanınız. Gece 12 sonrası metro olmadığından kalacağınız yere "Night Bus" olduğundan emin olunuz ki taksi parası bayılmayın.

- Yürürken o an hangi muhitte olduğunusu gösteren ve nereye kaç dakika yürüme mesafesinde olduğunuzu gösteren faydalı tabelalar var, takip edin.

- Ne kadar iyi İngilizce konuşursanız konuşun; İngilizler sizi düzeltmenin bir yolunu bulurlar. Alınmayın, sinirlenmeyin. (Ken ay hev e kap of kafiy? - Oou yöü meayn kofffii?)

- Genellikle Zone 1 ve Zone 2 olarak adlandırılan bölgeler nezih bölgeledir. Her ne kadar her yer CCTV kamerlarıyla dolu da olsa siz yine de ufaktan kendinizi kollayın. İstanbul'dan sonra her şehir daha güvenli bana kalırsa ama ne olur ne olmaz. Night Bus'larda çok kusan adam, sarhoş adam ya da berduş görürsünüz. İlgilenmeyin.

- Hediyelik alışverişi Camden Town'da tarif ettiğim yerden yapın. Hayır komisyon almıyorum.

- İngiliz kahvaltısını bir kez olsun deneyin. (domuza karşı sisteminiz yoksa)

- Hemen her sokakta Costa, Starbucks, Nero kahve üçlüsü ya da EAT, Pret a Manger sandviççileri olacak. Ucuz yemek / içmek için bunlar ben tercih etmesem de imdada yetişebilir.

- Mind the gap, please.

- Metrodayken metro içi anonslara dikkat edin, gitmekte olduğunuz istasyon kapalı olduğundan bir öncekinde inmek zorunda kalmanız mümkün.

- Sabah 5'te koşan biri görürseniz o kişi spor yapıyordur. Adamlar 24 saat spor yapıyorlar.

- 5 derecede tişörtlü ya da mini etekli ya da çorapsız ya da hepsi birden şıkkını işaretlemiş birini görürseniz şaşırmayın.

- Blackfriars yakınlarındaki 1666 yılından kalma "Ye Old Cheshire Cheese" adlı pubda bir şeyler içmek hoş olur daima.



- Maç falan varsa yandan yandan bir şekilde pubda izlemek ya da stada gitmek güzel olur.

- İyi pubda fish and chips iyi bir şeydir.